İkinci dünya savaşı sonrasında beşeri sermayeye yapılan özel vurgu ile ülkeler beşeri sermayelerinin niteliğini artırmak için eğitim sistemlerini büyütmeye ve kapsayıcılığını artırmaya özel önem verdiler. Böylece bir taraftan temel eğitim ve ortaöğretimde çağ nüfusunun tamamını kapsayacak şekilde evrensel eğitim sistemleri inşa edilirken diğer taraftan yükseköğretimde de kitleselleşme eğilimi öne çıkmıştır. Bir başka deyişle yükseköğretim sistemleri çok dar kapsamda erişim imkânı sunan elitist yapıdan uzaklaştırılarak daha fazla arz üretmesi sağlanmış ve bireylerin erişimine daha fazla açılmıştır. Artık, ülkelerin kalkınmasında yükseköğretim mezunu bireylerin oranı kritik göstergeler arasında değerlendirilmektedir.
Yükseköğretim sistemlerine kitleselleşme için aktarılan kaynaklar arttıkça bu kaynakların verimliliklerini değerlendirmek ve rekabette nerede olunduğunu ölçebilmek için üniversite sıralamaları yapılmaya başlanmış, bu sıralamalar hem akademia içinde hem de toplum nezdinde önemli tartışma gündemi oluşturmuştur. Sıralamalar öğrencilerin üniversite tercihlerinden akademisyenlerin çalışmak istedikleri üniversite tercihlerine kadar çok sayıda seçimin odağını oluşturmaya başlamıştır. Bu kapsamda örneğin 1980'lerde U.S. News & World Report, ABD'deki üniversiteler hakkında yıllık olarak bilgiler sağlarken giderek küresel yükseköğretime yönelik sıralama çalışmalarının sayısı da artmaya başlamıştır. Academic Ranking of World Universities (ARWU), Carnegie Classification, Center for World University Ranking, QS World University Ranking, Times Higher Education World University Rankings (THES), CWTS Leiden Ranking ve SCImago Institutions Rankings World Report gibi farklı sıralama sistemleri artık yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Elbette sıralama sistemleri akademik performansın ve bir üniversitenin performansının farklı yönlerine ağırlık vermekte, dolayısıyla hakikatin tamamını yansıtmaktan çok sistemde ölçmek istediği göstergelere göre bir yaklaşıklık sağlamaktadır. Ancak, bu yaklaşıklığın kamuoyunda yeterince anlaşılmaması, sıralamaların hakikatin tamamının temsil ettiği algısı nedeniyle bu sıralamaların üniversitelerin kalitesini ve performansını ne kadar yansıttıkları veya bu yarışın avantajlıyı daha fazla avantajlı kıldığı ve adil olmadığı yönündeki tartışmalar artmış, bu tartışmalar geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir. Ancak, tüm bu tartışmalara rağmen yükseköğretim piyasasının değerlerini bu sıralamalar belirlemeye devam etmektedir.
Bu tartışmalar bir tarafta dururken özellikle ekonomik rekabetin küresel eğilimlerini izlemek için bu sıralamaların yaygın bir şekilde kullanıldığı bilinmektedir. Bu kapsamda bu yazıda yeni bir çalışmanın bulguları değerlendirilmektedir (Marhl, M. vd, The changing world dynamics of research performance, Scientometrics (2025) 130:469–488). Çalışmada, ARWU Global Ranking of Academic Subjects tarafından 2017-2023 yılları arasında sıralanan araştırma konularının dört temel bölgeye (Çin, Avrupa, ABD ve diğer ülkeler) dayalı olarak bölgesel eğilimlerin analizi yapılmaktadır. Bölgesel eğilimler beş ana bilim alanına (Mühendislik, Yaşam Bilimleri, Tıp Bilimleri, Doğa Bilimleri ve Sosyal Bilimler) dayalı olarak yapılmıştır. Çalışmada ayrıca Gini indeksi kullanılarak belirli bölgelerin hangi araştırma alanlarında baskın olduğu veya hangi alanlarda geniş bir coğrafi yayılım gösterdiği tespit edilmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın ilk bulgusu ilk 50’de yer alan üniversitelerin coğrafi dağılımı ile ilgilidir. İlk 50’de yer alan üniversitelerin yer aldığı ülke sayısının 2017 yılında 83 iken bu sayının giderek arttığı ve 2023 yılında 104’e çıktığı görülmektedir. Rekabete katılan ülke sayısı giderek artmaktadır. Ancak, çalışmada incelenen dört bölgeye bakıldığında temsiliyette farklı eğilimler öne çıkmaktadır. Çin’in ilk 50’deki üniversite oranı bu dönemde %11,5’den %20,2’ye yükselirken Avrupa’nın (%34,5’ten %30,4’e) ve ABD’nin (%26,8’den %22,6’ye) payları istikrarlı bir şekilde düşmüştür. Diğer ülkelerin payının ise yaklaşık %27’de sabit kaldığı görülmektedir.
Diğer taraftan, Çin hem listedeki üniversite sayısı hem de toplam ağırlıkları bakımından özellikle mühendislik ve yaşam bilimleri alanlarında önemli bir yükseliş eğilimi gösterirken Amerika ve Avrupa’da aynı alanlarda düşüş yaşandığı görülmektedir. Mühendislik ve yaşam bilimleri alanlarında Gini katsayısında önemli artışlar gözlemlenmesi, küresel olarak bu alanlarda, özellikle Çin merkezli artan uzmanlaşma ve bölgesel yoğunlaşmaya işaret etmektedir. Bu eğilim bölgesel akademik güç dengelerinde değişimler yaşandığını ve bu alanlarda küresel işbirliği odağının kaydığını göstermektedir. Çin artık özellikle mühendislik alanında küresel ölçekte baskın bir konuma sahiptir. Çalışmanın bulguları Amerika’nın sosyal bilimler alanında baskın konuma sahip olduğuna, Avrupa’nın coğrafya, ekoloji, kamu ve işletme yönetimi ile eczacılık alanlarındaki liderliğiyle öne çıktığına, diğer ülkeler kategorisinin ise ulaşım bilimi, hemşirelik ve konaklama ve turizm yönetimi alanlarında baskın olduklarına işaret etmektedir.
Çalışmanın bulguları söz konusu ülkelerdeki rekabeti yansıttığı kadar ülkelerin öncelikleriyle yükseköğretim kurumlarının kapasiteleri arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından da ilginçtir. Çin’in son dönemde mühendislik, nano-teknoloji ve yaşam bilimleri alanlarında rekabet gücünün artması bu alanlarda yükseköğretim kurumlarının da küresel ölçekte artık daha baskın hale gelmeleriyle son derece uyumludur. Çalışmada da vurgulandığı gibi bu baskınlık söz konusu alanlardaki patent sayılarındaki artışlarla da uyumludur. Amerika ve Avrupa’nın söz konusu rekabette önemli mevzilerine rağmen son dönemde Çin ile rekabette bu mevzilerini kaybettikleri görülmektedir.
Ülkemizde yükseköğretim sisteminde son dönemde yaşanan genişleme göz önüne alındığında yaşanan genişleme ve performansın ülkemizin stratejik alanlarıyla ne kadar uyumlu olduğuna yönelik bu çalışma gibi kapsamlı çalışmalara politika oluşturmak için ne kadar ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Yükseköğretim kurumlarımızın ülkemizin stratejik alanlarına anlamlı katkı sunmaları durumunda bu alanlarda rekabet gücümüz artacaktır. Ancak, ilk olarak bu ilişkinin açık bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Verili bulgular elde edildiğinde gerekli insan kaynağı ve finansmanın sağlanması çok daha kolay olacaktır.