1 Aralık Dünya AIDS günü olarak kabul ediliyor. Sağlık sektöründeki birçok arkadaşım bugüne özel çalışmalar yapınca ben de kayıtsız kalamadım. Çünkü AIDS deyince karşımıza önyargı çıkıyor. Bugün özelinde AIDS ve ayrımcılığı konuşalım istiyorum.
Öncelikle AIDS ve HIV kavramları birbirine girmiş durumda. Bu kavramları ayırmak gerekiyor. HIV, AIDS hastalığına yol açan virüsün ismi. Bu virüse yönelik tedavi kürleri düzenli olarak uygulandığı sürece HIV taşıyan kişi hayatına normal bir şekilde devam edebiliyor. HIV taşıyan kişinin tanısının geç yapılması ve/veya tedavisinin doğru uygulanmaması halinde kişi AIDS hastalığına yakalanabiliyor.
Peki AIDS hastalığı nedir? HIV virüsünün vücutta belirli bir süreden sonra birçok sistemi olumsuz etkileyerek yol açtığı tablo olarak karşımıza çıkıyor. AIDS kişinin bağışıklık sisteminin çalışma fonksiyonlarının azalması sebebiyle mevcut bir hastalığın daha rahat ilerlemesine sebep olabiliyor veya dışardan başka bir hastalığın geçişini ve ilerlemesini
Mikroçipler hayatımızın her yerine girmeye başladı. Biliyorsunuz yapılan yeni düzenlemelerle kedi, köpek gibi evcil hayvanlarımız için de çip zorunluluğu söz konusu. Hem de bu çipleme işlemlerinin 31.12.2022 tarihine kadar yapılması gerekiyor.
Birçok arkadaşımın kedisi ve köpeği var. Bu konuyu konuşuyoruz. Arkadaşlarımın geneli evcil hayvanlarına çip yerleştirilmesine olumlu bakmıyor. Elbette ki bedene yerleşen yabancı cisim fikri kulağa hoş gelmiyor. Benim de tereddütlerim var. Diğer yandan bu çip neye yarayacak? Bu konuyu biraz araştırdım. Aslında araştırdıkça biraz rahatladım.
Öncelikle PETVET’den bahsetmekte fayda var. PETVET, Ev Hayvanı Kayıt Sistemi’nin kısaltılmış hali. Çip işlemiyle PETVET sistemi üzerinden kayıt yapılıyor aslında. Bu sisteme, evcil hayvanla ilgili veriler işleniyor.
Evcil hayvanın adı, cinsiyeti, ırkı, hayvan sahibi bilgileri, hayvan sahibine ulaşılamadığı durumda ulaşılabilecek kişi bilgileri kaydediliyor. Bu aslında evcil hayvanınızın kaybolması veya siz yokken bir sağlık operasyonuna tabii olması halinde oldukça yarar sağlayacak bir
Geçtiğimiz pazartesi işten eve dönüp kapıyı açtığımda ilginç bir sürprizle karşılaştım. Her seferinde beni kapıda karşılayan sevgili kedim Pertev, beni yine karşılamıştı ama bu defa farklıydı. Pertev öksürük krizine girmişti. Kuru kuru öksürüyordu. Malum havalar soğudu. Ben de üşüttü, faranjit mi oldu acaba dedim. Biraz vitamin verdim.
Sabah Pertev’in kusma sesiyle uyandım (Evet, yanımda yatıyor). Bir baktım ki poşet kusmuş. Neyse dedim kustu kurtuldu. Ancak Çarşamba günü de aynı olay tekrarlanınca hemen veterinerimize koştuk. Veterinerimiz Bilsay Kanat’a gerçekten çok müteşekkirim. Çünkü çok tedbirli davrandı.
Pertev’in poşet kusmalarını ve öksürüğünü anlattım. Hemen röntgen çekildi. Bağırsaklarının bir bölümünde yoğunlaşma olduğunu tespit ettiler. Öksürüğün poşet çıkartırken yarattığı tahrişten olduğunu söylediler. Asıl sorun bağırsaklarıydı. “Bir gün bizde kalsın bakalım tuvaletini yapıyor mu” dediler. Ben yoğunlaşmayı
Vee uzun zamandır beklediğim an geldi. Okuyucularımı uyandırmaya geldim!
Şaka bir yana, ilk romanım “Uyanış” sonunda yayımlandı ve bunun heyecanını yaşıyorum. Dile kolay yaklaşık 2 yıl süren bir yazma yolculuğu…
Kitap aslında benim takip ettiğim ilginç davaları küçük öyküler halinde yazmak istememle başladı. Meslektaşlarımla sohbet ederken onları absürt gelen değişik olayları içeren davaların hep benim ofisime geldiğini fark ettim. Elimde ilginç öyküler varken bunları neden minik öyküleri içeren bir kitaba dönüştürmeyecektim ki…
Derken yazmaya başladım. Ama… Sürekli dilekçe ve makale yazan ben, edebi bir içerik yazarken şunu fark ettim. Ben karakterlere istediğimi yaptırabiliyordum. Ben ne yazarsam karakter onu yapıyordu. O zaman sıkıcı gerçeklere bağlı kalmama gerek var mıydı? Yoktu. Yaşanmış olaylar bana ilham verebilirdi, beni tetikleyebilirdi. Diğer yandan bunları aynen aktarmama gerek yoktu. O zaman bunları değiştirip, farklılaştırıp bambaşka bir kurgu yaratacaktım ve üzerine başka örgüler ekleyecektim.
Kafamd
Son günlerde çok yorgundum. Sözleşmeler, projeler, dersler, kitabımın çıkış öncesi yoğunluğu derken vücudum alarm vermeye başladı. Alarm diyorum çünkü egzama başlangıcı ciddi bir sinyaldi.
Bir süre stresten uzak kalmak, minik bir tatil yapmak bana iyi gelecekti. Ben de İstanbul’a yakın ve daha önce de gittiğim, sevdiğim bir yer olarak Atina’yı tercih ettim. Atina her zaman güzel bir tercih değil miydi… Yemekler, sıcak sohbetler, tarih atmosfer ve Yunan müziği kulağa harika geliyordu.
Biletimi aldım ve arkadaşlarıma “Ben Yunanistan’a gidiyorum” dedim. Aldığım ilk tepki “Golden Visa mı alıyorsun?” oldu. Golden Visa neydi ki?
Üniversiteden mezun olduğum günden beri birçok arkadaşım yurtdışına yerleşti. Hukukçu olsun olmasın birçok kişi bir şekilde ya iş bularak ya da iş kurarak yurtdışında yaşamaya başladı. Bu ilk etapta benim hoşuma gidiyordu. Tatil için gittiğim her yerde arkadaşım vardı – ta ki İstanbul’da neredeyse hiç arkadaşım kalmayana kadar. Şimdi yalan olmasın, İstanbul’da da hala çok
Bugün bir Podcast dinledim. Avukat arkadaşım Kardelen Ateşçi’nin başlattığı hukuki sohbet içerikli bu serinin ilk konusu “HPV Aşısı Neden Ücretsiz Olmalı?” idi. Konu ilgimi çekti. Çünkü (özellikle kadınlarda rahim ağzı kanserini engellediği bilinen) HPV aşısının Türkiye’de ücretli olmasını aklım mantığım zaten almıyordu.
Ülkemizde HPV aşısını kolaylıkla yaptırabiliyorsunuz. Aşının ücretini ödüyorsunuz ve sonra ödeme belgeniz ile ancak yasal yollara başvurarak ödediğinizi iade alabiliyorsunuz. Ki bunda da net konuşamıyorum. Bu konuda davalar yeni yeni açılmaya başladı. Mahkemeler ödeme taleplerini kabul eder yönde kararlara son dönemlerde imza atmaya başladılar.
Dava açmadan önce tabii ki öncelikle kuruma başvuru yapılıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’na yaptığımız başvurularda ödeme talebimiz tabii ki en başta reddediliyor. Gerekçe ise kurumca ödenebilecek ilaçlar ve aşıların bulunduğu liste içerisinde HPV aşısının olmaması. HPV aşısının sosyal sigortalarca karşılanmaması karşısında yasal
Son zamanlarda beni en çok heyecanlandıran etkinlik hiç şüphesiz öğretim görevlisi olduğum okulumun “Aile İşletmeleri Kongresi”.
Ülkemizdeki şirketlerin neredeyse %90’ı aile şirketi. Piyasadaki çoğu şirket, aile şirketiyken bu işletmelerin ömürleri ikinci nesle dahi zor dayanıyor.
Aile işletmelerinin sürdürülebilirliği önemli bir mesele. Tartışmaların hakim olduğu, büyüklerin yeni nesle güvenmediği, yetki vermediği, yeni neslin ise beğenmediği yönetim tarzlarının hakim olduğu ve nihayetinde kapatılan aile işletmeleri, bizim gerçeğimiz…
Kültür Üniversitesi AGMER birimi bu noktada taşın altına elini koyuyor. “Aile işletmelerinde kurumsal dayanıklılık ve sürdürülebilirlik” dokuzuncu kez yapılan kongrenin teması. Çok önemli konularda kilit isimlerin yapacağı konuşmalar ve deneyim aktarımları iki gün sürecek. Kurumsal dayanıklılığın sağlandığı aile şirketlerinden feyz alacağımız önemli bilgiler aktarılacak. Aile şirketleriyle ilgili çalışmalar yapan, aile anayasası ve kurumsallaşma adına
Hepimiz iş hayatına büyük hevesle atılıyoruz. Bir fikrimiz var ve heyecanlıyız… Bir önce işe koyulmak istiyoruz. Şirketimize unvan buluyoruz, şirketi kuruyoruz. Ekibimizle birlikte harikalar yaratmak istiyoruz.
Aradan bir zaman geçiyor ve noterden bir ihtarname geliyor. Bir şirket kendi markasını ihlal ettiğimizi söylüyor. Bakıyoruz haklı da. Kullandığımız isimle aynı markaya sahip. Üstelik marka tescili de yaptırmış… Ürettiğim yüzlerce marka logosu baskılı ürün ne olacak?
Başka bir örnek daha vereyim. Benim yazdığım kitaba çok benzer içerikte bir film çıktı. Sanki benim romanımı senaryolaştırmış. Benden telif muvafakatnamesi alması gerekmez miydi?
Bu benzeri birçok olay hayatta sıkça yaşanıyor. Bizim yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz ürünler üzerindeki fikri mülkiyetimiz ve sinai mülkiyetimiz saldırılara karşı korunuyor.
Sıkça yaşanan olaylardan yola çıkarak bir kitap yazdım: Benim Fikrim Benim Kararım.
Kitabımda en çok görülen olaylara ilişkin emsal kararları inceledim. Gizlilik sözleşmesi, ticari