Başbakan’ın Kahire’de yaptığı bir konuşmada, ‘laiklik’ vurgusu yapması ardından yeni bir laiklik tartışması gündeme geldi. Böyle olması da son derece doğal, ancak tartışmanın seyri hiç de ufuk açıcı değil. Hâlâ konuya ‘Türk İslamı’ gibi son derece tartışmaya muhtaç bir noktadan bakanlar olduğu gibi, kafasına göre laiklik ve sekülarizm ayrımı ve tarifi yapanlar az değil.
Türkiye’deki laik sistemin Fransız modeli ilhamlı olduğu oysa Anglo-Sakson deneyiminin ürünü olan ‘sekülarizm’in demokrasi ve özgürlükler açısından önemsenmesi gerektiği tezi, başta Ali Fuat Başgil tarafından olmak üzere Demokrat Parti döneminden bu yana muhafazakâr kesimde epeyce rağbet görmüş, ama son derece sığ bir tezdir. Laiklik yerine ‘sekülarizm’e bel bağlamak, anglo-Sakson deneyimini hiç bilmemek veya yüzeysel algılamakla ilgili bir hadisedir. Nitekim son tartışmalar çerçevesinde, Zaman gazetesindeki yazılarında Ali Bulaç, dolaylı da olsa bu hususa dikkat çekmiş.
Laik ve sekülarizm
Ali Bulaç ve benzeri düşünürler gerek laiklik, gerekse sekülarizmin Müslüman toplumlara uymadığını düşünürler. Aslında, laiklik ve sekülarizm sadece Müslüman toplumların modern siyaset deneyiminin sorunu değildir. Zira, Hıristiyan Batı dünyası, sıklıkla iddia edildiği gibi, din, toplum ve siyaset ilişkisini şu veya bu çerçevede çözmüş veya nihayetlendirmiş değildir. Batı’daki farklı deneyimlerin hepsinde din tam anlamıyla geri çekilmiş ve bu sayede bireysel alana kısıtlı kalabilmiştir. Oysa, dini inanç sadece ve her zaman bireysel alan ile kısıtlanabilecek bir olgu değildir ve bu nedenle modern, demokratik siyaset için halen üzerinde uzun boylu düşünülüp tartışılması gereken bir konudur.
Din ve demokrasi konusu, çatışmalı ve karmaşık bir alandır. Zira, dinsel inançları gereği bir insan, mesela, çocuğunun eğitimi ile ilgili toplumsal alanın tümünü ilgilendirecek taleplerde bulunabilir, bu demokratik bir hak olmalıdır. Dini inancın toplumsal alanda yaşayabilmesine ilişkin birçok başka talep için de aynı şey geçerlidir. Diğer taraftan, bu talepler, toplumun diğer bazı kesimleri için, dayatmacı veya ‘kısıtlayıcı’ sonuçları dolayısı ile sorun teşkil edebilir. Demokratik siyaset bu noktalarda fazlasıyla zorlanabilir ve halihazırda sadece Türkiye’de ve Müslüman dünyada değil, tüm dünyada demokrasiler bu konuda zorlanıyor.
Müslüman dünyada, İslamcı ve/veya muhafazakâr çevrelerin bu zorluk karşısında ürettiği tek çözüm halihazırda ‘hoşgörü’dür. Oysa demokratik siyaset hoşgörü üzerine inşa edilemez. Diğer taraftan, yine sıklıkla dile getirilen İslam’ın zaten Müslüman olmayan toplulukların hak ve özgürlüklerini teminat altına aldığı ve sorunu bu şekilde çözdüğü tezi de son derece sakat bir tezdir. Bir kere, İslam şeriatına dayalı politik yorum halihazırda, din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü değil sadece farklı dini grupların (bunlar da ehli-kitap ile sınırlıdır) ibadet ve emniyetini temin eder. Müslüman olup veya sadece Müslüman doğup, dini kurallara göre yaşamak istemeyenleri içermez. İkincisi, farklı dini gruplar, Müslümanlar ile eşit konuma sahip olamazlar, esas olan İslami kuralların onlara tanıdığı sınırdır.
Osmanlı deneyimi
Sıklıkla öne çıkarılan Osmanlı deneyimi, bu konuda fazlasıyla kötü bir örnektir, zira Osmanlı döneminde İbrahimi din mensuplarının hakları tipik bir Ortaçağ tasnifi olarak cemaatler şeklinde tanınmıştı ve bu cemaatlerin mensupları ikinci sınıf tebaa olarak yaşamak durumundaydı. Bu durumu değiştirme yönünde radikal bir adım olan Tanzimat büyük tepki çekmiştir.
Dindar veya muhafazakâr çevreler, laiklik ve sekülerliği toptan reddedebilirler, bunu açıkça söylemek ve tartışmaya açmak demokratik bir hak olmalıdır. Dahası demokratik siyaset, özellikle de Müslüman ülkelerde bu tartışmaları geniş çerçevede sürdürmek ve derinleştirmek üzerinden zenginleşebilir. Ancak, İslamcı veya muhafazakâr çevrelerin de, din, toplum ve devlet üzerine söylediklerini, ‘Müslüman toplumların laiklik diye bir sorunları yoktur’ tezinin ötesine taşıyabilmeleri gerekiyor. Zira, demokrasiden söz ediyorsak, düşünce, ifade ve hayat tarzı özgürlüklerini temel ilkeler olarak hesaba katmamız gerekiyor, öyle olunca da, bu özgürlüklerin yaratacağı çatışma alanları üzerine düşünmek gerekiyor. Diğer taraftan, cemaat-birey ilişkisi üzerine tekrar düşünmemiz gerekiyor. Son olarak ama en önemlisi, İslam veya Müslümanlık adına kimin veya kimlerin toplumsal-siyasal yorumlarının esas kabul edileceğidir.
Din-siyaset ilişkisi
Bu konu sadece modern siyasetin değil, tarih boyunca din-siyaset ilişkisinin temel sorunlarından biridir. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, İslami meşruiyetin esas olduğu dönemler boyunca, İslam adına iktidar erkini elinde bulunduranlar ve dolayısı ile, iktidar perspektifine sahip olanların anlayışı hâkim olmuştur. Benim halihazırda gördüğüm, son tartışmalarda hâkim havanın, dini inancın modern demokratik toplumdaki yeri üzerine düşünmekten ziyade, İslami referansların yeniden siyasal meşruiyetin kalkanı olarak devreye girmesi meselesidir. Yine de umarım tartışma bu istikamette ilerlemez.
Not: Bu konularda özellikle son on yıldır çok geniş bir tartışma külliyatı oluştu, içe kapalı tartışmalar ile yol almaya çalışmak yerine bu tartışmalara göz atmakta yarar var. İlgilisine, hemen son tartışma ile doğrudan ilgili ve zihin açıcı olabilecek birkaç kitap önereyim; Islam and the Secular State-Negotiating the Future of Sharia, Abdullahi Ahmed An-Naim, Harvard University Press, 2008 / Religious Politics and Secular States, Scott W. Hibbard, The John Hopkins University Press, 2010. Ayrıca, teorik çerçeve konusunda Habermas’ın yanı sıra Charles Taylor (A Secular Age, Harvard University Press, 2007)