Bir süredir, ‘İslam barış gücü’ diye bir oluşum öneriliyor. Libya’da NATO müdahalesi ve ardındaki gizlenen kaynak paylaşım savaşlarının ortaya döküldüğü, Suriye’de benzer bir senaryonun nabzının yoklandığı son günlerde, bu kavram veya öneri daha fazla gündeme gelmeye başladı. İlk bakışta, Batı emperyalizmine karşı tepki olarak anlamlı bir girişim gibi duran bu öneri, aslında son derece sorunlu ve ciddi bir tartışmayı gerektiriyor.
Öncelikle, zaten Batılı ülkeler, müslüman ülkelere doğrudan müdahale işine bulaşmaktan artık çekinir oldular. Libya’ya müdahale gündeme geldiğinde, Britanya Başbakan’ı Cameron’ın danışmanının, ‘Keşke Mısır ve Tunus müdahale edebilseydi’ dediğini daha önce yazmıştım. Bu arada, Libya hava sahasını kapatma talebini meşrulaştıran ilk BM kararının çağrısını Arap Ligi’nin yapmasına özen gösterildiğini hatırlayalım. Daha sonra, iş müdahaleye varınca, Arap ülkelerinden sadece BAE ve Katar yola devam etti, gerisi arka plana çekildi. Suriye’de de başrolü Türkiye’nin oynamasının istendiğini biliyoruz.
Nasıl bir güç olacak?
İkincisi, ‘İslam Barış Gücü’ denilen oluşum gündeme gelirse, nasıl bir oluşum ve müdahale gücü olacak? Herhalde bir ‘yardım kuruluşu’ndan bahsetmiyoruz. Müslüman ülkeler nasıl yekvücut biçimde örgütlenecekler, kim, ne adına bir ülkeye müdahale edecek? Bu noktada, ‘Güçlü olan müslüman ülkeler’in başı çekmesi gündeme geliyor. ‘Güçlü müslüman ülke’den kasdedilen herhalde Türkiye. Bu, neo-Osmanlı hayali değilse nedir? Yok o değil, İslam ortak paydasında işbirliği söz konusu olacaksa, bu Batı emperyalizminin yerini müslüman ülkelerin emperyalizminin almasından başka bir şey değil mi? Dış müdahaleleri yapan kim olursa olsun, işin içine bin bir çıkar hesabı girmeyecek mi, girmeyebilir mi? Müdahale edilen ülkelerde, sorunların, kendi toplumlarının demokratik işleyişi içinde çözülmeyip, İslam adına müdahale edenler tarafından çözülmesi nasıl bir anlayıştır? Böyle bir oluşumun, ‘ülkelerin iç işlerinde çıkan anlaşmazlıklar için de devreye girmesi’ni düşünenler bile olduğuna göre, demokrasi tamamen rafa kalkacak demektir. Hangi İslam ülkeleri, hangi meşruiyetle, hangi İslam anlayışı adına birbirlerinin işlerine karışacak?
Militarizmle baş edilebilir mi?
Türkiye’de muhafazakar kesimin militarizmle mücadele ettiği hayaline kapılanların, bu çevrenin, ordunun laiklik eksenli vesayet anlayışından uzaklaşması durumunda, militarizmle sorunları olmadığını görmeleri gerekiyor. Başı secde gören bir Genelkurmay Başkanı ve böylece milletin değerleri ile barışık bir ordunun gücünü desteklemek anlayışı açıkça ifade ediliyor. Zaten emperyal heveslere kapılan bir ülkede, militarizmle baş edilmez. Bir militarist anlayışın yerini bir başkası alır o kadar.
Demokrasinin baş düşmanı
‘Milli çıkarlarımız’ söylemi ile demokrasimiz yeterince yara almışken, şimdi bir de belli ki ‘uluslararası vazifelerimiz’ söylemi ile karşı karşıya kalmamız söz konusu olacak. ‘Zaten etrafımız düşmanlar ile çevrili, birlik ve beraberliğimizi bozmayalım’ söyleminin yerini, ‘müslüman dostlarımıza karşı bunca vazifemiz varken, çatlak ses çıkmasın’ söylemi, ‘milli çıkar’ın yerini ‘tüm İslam aleminin çıkarları’ alacak. Böyle bir durumda, demokrasiden söz etmek hiç mümkün olmaz. Hele işin içine, ‘müslüman dünyada fesat çıkaranlar’ söylemi katılırsa, ki bu çerçevede katılmaması imkansızdır, siyasi muhalefet kısa yoldan ‘fesat’ diye yaftalanıp, kapalı rejim anlayışı alır başını gider. O nedenle, dış politika tasavvurları, aslında iç politika tasavvurlarından bağımsız düşünülmez ve emperyal hevesler demokrasinin baş düşmanlarıdır.