Henüz adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) iken Avrupa Birliği ile ülkemiz bir “ortaklık anlaşması” imzaladı. Ankara Anlaşması denen 1973 tarihli bu belgeyi, o sırada dışişleri muhabiri olarak çalıştığım (CHP tarafından yayımlanan) Ulus gazetesinde birkaç gün süren bir yazı dizisinde ayrıntılı irdelemiştim. Editörler, yazıyı benim başlık taslağımla kullanmışlardı: Onlar Ortak, Biz Pazar.
AB’nin o zamanki kısa adı “Ortak Pazar” idi. Benim yazı dizisi, muhtemelen içeriğinden çok, başlığıyla ilgi çekmişti. Bu öyle bir ortaklık anlaşması idi ki Türkiye, kurulmakta olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun eşit üyesi değil, adeta müstemlekesi, Avrupa mallarının vergisiz girip, satıldığı bir “Pazar” oluyordu.
O tarihte CHP genel sekreteri olan ve parti içinde değişmez lider İsmet İnönü’ye karşı bir değişim savaşı başlatmış bulunan rahmetli Bülent Ecevit, bu başlığı benimsemiş ve AET ile mütekabiliyetten uzak böyle bir ortaklığa karşı kampanya başlatmıştı. Nitekim bu mücadele sonunda 1980’de imzalanan yeni AET-Türkiye
Sığınma ile insan kaçakçılığını birbirinden ayırt etmek gerekir. Bir insanın ülkesinde can güvenliği kalmadı ise o kişinin başka bir ülkeye sığınma hakkı vardır; ama ülkesinde iş bulamayan, çalışmasına karşılık tatmin edici bir ücret alamayan kişilerin başka ülkelere iltica etme hakkı yoktur. Birinci grubun haklarını, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde, BM Mülteciler Dairesi düzenler ve korur; ikinci grup, adı üstünde, insan kaçakçılığının konusudur ve doğrudan ülkelerin kolluk kuvvetleri ve uluslararası güvenlik kurumlarının alanına girer.
Mültecilerin, sığınmacıların ve hayatlarından veya özgürlüklerinden endişe duyan kişilerin sahip olduğu önemli hak, sığınmak istedikleri ülke tarafından kabul edilme ve hiçbir şekilde geldikleri ülkeye veya zarar görme ihtimali olan başka bir ülkeye gönderilmeme hakkıdır. Bu hakkın önemini, bize en iyi, tepelerine kendi cumhurbaşkanları Beşar Esat tarafından bomba yağdırılırken, Türkiye’ye sığınan 4 milyon Suriyeli anlatabilir.
Afganist
Bob. Robert Menendez. Kendi sitesindeki tanıma göre “Tam bir Amerikan öyküsü.” Kübalı bir sığınmacı ailenin çocuğu. New Jerseyli bir hukukçu. Üstelik stajını bir belediye başkanının yanında yapacak kadar siyasete meraklı. Nitekim, 2013’ten beri ABD Senatosu üyesi ve Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı. O olur demedikçe, ABD başkanları büyükelçi bile atayamıyorlar!
Bu kadar etkili ve yetkili olduğuna göre, senatör Bob, NATO’nun beş yıldan beri hazırlandığı, en büyük, 25 ülkeden 250 uçak ve yaklaşık on bin personelin eğitim göreceği bir Avrupa’yı savunma tatbikatına, hangi ülkenin kaç uçak, kaç askerle katıldığını biliyor olsa gerek. Hepsini değilse bile NATO’nun en büyük ikinci askeri gücüne sahip Türkiye’nin hangi silah sistemleriyle, ne tür uçaklarla, hangi alanların uzmanı personelle katıldığını bilmeli!
Bu senatör Bob, icabında İtalya’yı, Yunanistan’ı, İsveç’i, Finlandiya’yı Rusya’ya, Çin’e karşı koruyacak olan
İkinci Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin çokça merak edilen bir diğer üyesi, MİT’in başına getirilen Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın oldu. MİT’ten Dışişleri’ne gelen Dr. Hakan Fidan’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2003 yılından beri sürekli yakınında ve önemli kamu hizmetlerinde görevlendirdiği bir kişi olması gibi, Prof. Dr. İbrahim Kalın da, bir anlamda Erdoğan’ın iç ve dış siyaset belirleme ekibi diyebileceğimiz, Siyasi, Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Vakfı’nın (SETA) 2005 yılında kurulmasından beri, bu kurumun uzun süre kurucu başkanlığını yaptı.
Birçok kitabın yazarı olan, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın kurucu ve mütevelli heyetlerini atadığı üniversitelerde görev yapan Dr. Kalın, neredeyse 10 yıl süresince Erdoğan ile kamuoyu arasındaki iletişimi sağladı. Demokratik ülkelerde devlet ve hükumet başkanlarının sözcüleri, o kişilerin sadece ne dediğini değil, fakat aynı zamanda ne hissettiğinin de aynasıdır. Sözcülerin bir soruya cevap verirken seçeceği kelimeler, cevap vermekteki acelesi veya
İkinci Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde 15 yeni bakan bulunmasına rağmen, en çok iç ve dış ilgi, MİT Başkanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Dr. Hakan Fidan üzerinde toplandı.
Dr. Fidan, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile, onun başbakanlık döneminden beri birlikte çalışıyor. Genç bir kişi; 1968 doğumlu. TSK’da 15 yıl astsubay olarak görevi bulunuyor. ABD’de Maryland Üniversitesi’nden iki, Bilkent Üniversitesi’nden bir master derecesi var; 2006’da doktora yaptı. Viyana’da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda, Cenevre’de Birleşmiş Milletler Silahsızlanma Enstitüsü’nde ve Londra’da istihbarat doğrulama alanında araştırmalar yapan bir merkezde akademik çalışmalar, Hacettepe ve Bilkent üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı.
Başbakan Erdoğan tarafından 2003’te Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) başkanlığına, 2007’de yine Erdoğan tarafından başbakanlık müsteşar yardımcılığına, hemen sonra Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atandı. Dr. Fidan daha sonra
Her şeyin çok güzel olması ütopyadır. Nasıl ki her şeyin çok kötü olması bir imkânsızlık ise, her şeyin aynı anda güzel, yani herkes için olumlu olması da imkânsız olmalı. Bu akıl yürütmenin sonucu, seçimler ertesi ülkemizde, komşularımızda, bölgemizde, dahil olduğumuz ittifaklarda, bazı şeylerin, hatta birçok şeyin, güzel, hem de çok güzel olması, sadece temenni değil, bir olasılıktır.
Örneğin yeni Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’ne bakınca, sanırım ne demek istediğimi somut olarak görebilirsiniz. Sayın Cumhurbaşkanı, başkanlık sisteminin ilk bakanlar kurulunda hizmet ederek sadece bakanlık mesaisini yürütmekle kalmayıp, kurucu kadroda olmanın getirdiği ekstra yükün hakkını veren bu çalışma arkadaşlarını, yeni sistemde parlamentonun alması gereken görevi edinmesi için en doğru yerde, TBMM komisyonlarında değerlendirmek istemektedir. Bir önceki meclis, parlamenter sistemin meclisi idi ve iş yapmaktan çok söylem üretme odaklıydı. Oysa başkanlık sistemlerinde parlamentolar, asli işleri olan, denetim ve
Biden, hiç istemedi Erdoğan’ın yeniden seçilmesini… Bunun için öne sürdüğü sebep hiç de geçerli değildi. Erdoğan Türkiye’deki Kürtlerin siyasal sürece dâhil edilmesini önlüyormuş; eğer o giderse, Türkiye’deki Kürtlerin önü açılacakmış!
Biden’ın şahıs olarak da oluşturduğu yönetimin de tutarsızlığı bilinen bir şey. Siyasal gözlemciler, onun “hayatı boyunca biraz donuk ve biraz hedefsiz, darmadağın, eksik düşünülmüş ve yanlış planlanmış işlerin adamı” (Kevin Williamson) olarak, sadece kendisinin değil ama hükümete atadığı hemen her görevlinin “ehliyetsiz ve beceriksiz” olması (K. Lloyd Billingsley) ve “adeta tasarlanmış bir yenilgi stratejisi” uygulaması (Scott Shepard) ile şu ana kadar ABD’nin üç yılını ziyan ettiğini, bu gidişle bir dört yılını daha heba edeceği görüşündeler. Bu görüşler ona ve partisine muarız kişiler değil; tersine, aynı cephedeki yazarlar. Cumhuriyetçilere hiç girmeyelim.
Ancak,
ABD’de uzun yıllar oturan hemen her yabancının dikkatini çeken ortak bir şey vardı: dünyanın dört bir köşesine eli kolu uzanan bu ülkenin lideri, dolayısıyla adeta tüm ülkelerin siyasetinde en önemli kişi sayılabilecek başkanı, (Kasım ayının ilk pazartesini izleyen salı günü yapılan seçimle) belirlenir ve ertesi gün ne dükkanda ne iş yerinde, ne otobüs durağında, ne parkta, ne bahçede kimse seçimden, seçilenden bahsetmez; herkes işine gücüne bakardı. Yıllar önce, Seymour Lipset’in Siyasal Partiler isimli klasik eserinin okutulduğu derste, “Yüksek seçmen katılımı ülkede problem olduğunu gösterir” tezinin yarattığı bitmek bilmeyen tartışmaları hatırlıyorum. Sınıftaki biz Avrupalı öğrencilerin, bu görüşü gayet doğru ve yerinde bulan Amerikalı arkadaşlarımızı “Amerikalı sığır çobanları!” diye aşağıladığımız da hatırımda.
Bugün, şükür, bir seçimi, kazasız-belasız geride bıraktık. Evet bugün, yarın, öbür gün, hatta bu hafta, bu ay, hemen hepimiz