Senenin daha başında sayılırız ve o kadar çok kişiyi kaybettik ki!
Her hafta bir vefat haberi alıyoruz, hayat zaten yeterince acıtmıyormuş gibi her ölümle bir kez daha yıkılıyoruz!
Önce vefat haberi alıyoruz, sosyal medya paylaşımları esir alıyor kalbimizi ve sonrasında da cenaze töreni! Kocaman avluyu dolduran insanlar, musalla taşında son yolculuğunu bekleyen tabuttan sallanan anılar! Samimiyetle üzülenler ile boy göstermek amacıyla gelip bir-iki tanıdığı görüp giderim’ciler farklı duygularla veda ederken gidene, keşkeler ile pişmanlıklar kol kola girmiş, birbirini teselli etmekte! Yaşarken kıymetini bilmediğimiz, ‘nasılsa hep orada- istediğim anda ulaşırım illa’ dediğimiz, kırgın-kızgın hatta küs olduğumuz insanların ardından kılarken cenaze zamanı, belki de selâsı yüreğimizde çoktan okunmuşlar için bile ‘acaba’ kuşları, döner durur başımızın üstünde!
Bunun bir de hikayesi var, şöyle;
“Bir yılan tavuğu ısırıyor! Tavuk, vücudundaki zehir ile yanarak ve canı çok acıyarak kümesine sığınıyor. Ancak diğer tavuklar korkuyorlar ve olur da zehir yayılarak kendilerine sıçrar korkusuyla tavuğu kümesten kovuyorlar.
Tavuk acı içinde ağlayarak ve topallayarak oradan uzaklaşıyor. Acısı büyük ama sadece yılan ısırığı yüzünden değil, en çok ihtiyaç duyduğu ailesinin kendisini istememesi, kovması yüzünden!
Ateşler içinde yanarak bacaklarından birini sürükleyerek, soğuk gecede donmamak için direnerek yola koyuluyor. Her adımında, bir gözyaşı düşüyor.
Kümesteki tavuklar onun gidişini, ufukta yavaş yavaş kaybolmasını izliyorlar. Bazıları birbirlerine şunları söylüyor;
- ‘Bırak onu! Nasılsa ölecek, bari bizden uzakta ölsün!’
Ve yaralı tavuk nihayet ufkun enginliğinde kaybolduğunda, hepsi onun öldüğünden emin oluyor!
Aradan baya zaman geçiyor!
Bir gün kümese bir kuş geliyor ve;
-Kardeşiniz yaşıyor! Buradan çok uzakta bir mağarada! İyileşti ama yılan ısırığından bacağını kaybetti!’ diyor! ‘Yiyecek bulmakta zorlanıyor ve yardımınıza ihtiyacı var!’
Derin bir sessizlik oluyor ve bahaneler peş peşe sıralanıyor, uğultuyla;
-‘Gidemiyorum, yumurtluyorum!’, ‘Gidemiyorum, mısır arıyorum!’, ‘Gidemiyorum, civcivlerime bakmam lazım!’…
Hepsi, birer birer bu isteği reddediyor, haberi veren kuş da hayalkırıklığıyla geri dönüyor!
Yine zaman geçiyor, kuş yeniden geliyor ama bu sefer acı bir haber ile;
-‘Kardeşiniz vefat etti! Mağarada tek başına çok üzgün olarak öldü! Onu gömecek, yasını tutacak kimse yok!
O anda herkes derin bir üzüntüyle kalakalıyor! Herkes, belki de ilk kez kendini tavuğun yerine koyuyor, kümes yakılan ağıtlarla doluyor! Yumurtlayanlar duruyor, mısır arayanlar aramaktan vazgeçiyor, civcivlere bakanlar bile bir an onları unutuyorlar!
‘Neden daha önce gitmedik ya’ diye hayıflanarak uzun mesafeyi de umursamayarak yola koyuluyorlar! Yorulsalar da umursamıyorlar, sanki asıl görevlerini yapmışlar gibi, son görevlerini yapmak için kararlılar!
Mağaraya vardıklarında tavuğu bulamıyorlar. Sadece şöyle bir mektup buluyorlar;
"Hayatta çoğu zaman insanlar hayattayken sana yardım etmek için karşıdan karşıya geçmezler ama öldüğünde, seni gömmek için dünyanın dört bir yanından gelirler!’
Çünkü cenazelerdeki gözyaşlarının çoğu, acıdan değil, pişmanlıktandır!
…………………………….*…………………………..
SON PİŞMANLIK, NEYE YARAR?
Hepimizin vardır bir pişmanlığı illa!
Ruhun, yarım yamalak çalışan hafızasıdır o, zamanın en gaddar celladı!
Bir kere çöreklendi mi, nemli, yapış yapış bir sis gibi çöker içine insanın! Ses olup konuşur seninle, alay eder, kafana kakar, azarlar. Bağıra bağıra, ağlaya ağlaya söküp atmak istersin o yakıp kavuran hissi! Bazen öyle bir noktaya gelir ki organların bedenine fazlalıktır artık, bir tek ona yer vardır!
Pişmanlık, bir ömür boyu saplantı haline gelebilir insanda! Hem de neden biliyor musunuz; yanlış olanı seçtiği için değil, doğru olanı seçebileceğini kendine kanıtlaması imkânsız olduğu için!
İtiraf edelim, pişman olmak kaybetmektir göz göre göre! Ömür boyu sürecek iç sızısıdır, 'keşke' nin yol arkadaşıdır. Akıllanmaktır ama artık eskisi gibi olamamaktır.
Çok sevdiğim bir yakınımın cenaze töreninde geçti bunlar aklımdan!
Yaptıklarımı düşündüm ama en çok da yapmadıklarımı!
Ne gereksiz kasmışım çoğu zaman ya, ne anlamsız susmuşum, susturmuşum iç sesimi, yazık! "İyi ki yanımdasın" yerine "keşke yanımda olsaydın" mış pişmanlık, içine bir tutam özlem, az biraz da dilek sıkıştırılmış!
Birinin kaybedişi, başkasının kazanma umududur hep ve insanı kendi yaralarından yakalayan işte o umuttur. Hem pişmanlık, yasası olan tek duygudur!
Yaş ilerleyince pişmanlıklarıyla daha bir yüzleşiyor insan sanki! Geriye sayım başlıyor ya ondan hani! Zaman daralınca yetiştirmek istiyor her şeyi, sığdırmak istiyor tüm yapmak istediklerini! “En pişman olduğum şey, pişman olurum diye yapmadıklarımdır” denir ya, ne kadar da doğru değil mi? Çünkü yaptıklarından pişmanlık, çoğu zaman telafisi mümkün bir durumdur. Tek gereken biraz cesaret, hayat direksiyonunun kontrolüdür. Yapmadıklarından pişman olmak da hani ne bileyim, o treni kaçırma ve arkasından bakakalma şeklinde resmedilir genelde. Ertelenmiş itiraflar, esirgenmiş güzel sözler, harcanmış zamanlar, düzeni bozup gidememektir çoğu kez! Bir seçimdir pişmanlık; Kimi zaman bir kadeh içkide kimi zaman ise keman tellerinin ağlayışında can bulan!
Ve biliyor musunuz, en çok ne zaman pişman oluyor insan; Yarım bıraktığınız şeyi, bir başkası tamamladığında…
İnsan 3 şeyden pişman olmazmış; Doğmuş olmaktan, adanmış bir davadan ve de aşktan! İnanmayın siz, ‘keşke doğmasaydım’ diyenlere! Hoş doğduğuna pişman ettirenler de olmuyor değil ama can en tatlıdır, gerisi hikaye!
Bu arada bakmayın böyle ahkam kestiğime zor iş bu pişmanlık işi, çok çektim ben kendisinden! Kemiren, biçen, kesen rendedir, bıçaktır pişmanlık! Vicdanın, eller önde günah çıkarması, ‘Gel’ diyememek, ‘kalamamaktır’! Islak cama vuran çocukluğum, küf kokan geceler, dilimle ıslattığım ‘keşke’lerdir benim için! Kıyametler koparırım kendimde, yıkar geçerim içimdeki şehirleri, şiirlere buladığım sevgileri! Her pişmanlığımda içim üşür, dondurur düşlerimi! İşte o zaman gözyaşlarımdan yangınlar çıkar, yakar yüreğimi! Biliyorum tandık geldi bunlar size de! Hissettiklerimiz hep aynı, yalnız değilsiniz yani!
Sevgili okuyucular! Rahmetli Müslüm Gürses’ten, “Son pişmanlık neye yarar/ her şeyin bedeli var/ Olmadı yaaar…” şarkısını söylememek için demir alın artık, ayrılın güvenli limanlardan! Kahretmeyin kendinizi dönüşü olmayan imkansızlıklardan, değmeyecek kişilere fazla değer vermiş olmaktan! Unutmayın ki düşleri olmayanın mağlubiyeti de olmaz!
Ve bir şey diyeyim mi;
Er ya da geç pişman olur insan; Bazen yaptıklarından bazen yapmadıklarından! …
………………………*…………………………….
BARDAKÇI BABA
Ya yazdım-yazacağım- yazıyorum derken bugüne kısmetmiş bunu yazmak!
Bu ara işler biraz ters gidince, dilek sayım da hayli yükselince bir arkadaşım, ‘Haydi bakalım, Bardakçı Türbesi’ne gidiyoruz’ dedi. ‘Orası neresi, nereden çıktı türbe falan?’ deyince de;
-‘Kızım burası Fulya’da bir türbe! Evlenemeyen, çocuğu olmayan, eşiyle sorun yaşayan, iş arayan, hastalığı için derman peşinde koşan, sınav kazanmak için uğraşan yani umut arayan herkes gidiyor buraya! Dilek tutuyor, mum yakıyor bir de bardak kırıyor. Binlerce kişi, burayı ziyaret ediyor, bu ritüel de yıllardır sürüyor.
Atladık arabaya, koyulduk yola! Bardakçı Baba Türbesi, önceden boş bir arsadaymış. Sonra belediye etrafını çevirmiş, buranın en önemli ritüeli bardak kırma da, kesiklere yola açtığı ve çevreyi kirlettiği için yasaklanmış. Şimdi yoldan gelip geçenler Bardakçı Baba ruhuna bir ‘Fatiha’ okuyup gidiyormuş. Kimi dilek tutuyor kimi yanında getirdiği bardağı türbeye sürüp çantasına koyuyormuş.
Neyse vardık türbeye, ettik duamızı içlene içlene! Ben bir de adak adadım, dileğim gerçekleşsin diye! Sonra da döndük evlerimize!
Ertesi sabah çalışırken aklıma geldi, bu türbe yeniden! Girdim internete, araştırayım burayı biraz diye! Bir de ne göreyim? Gördüğüme mi şaşırayım, şaşırdığımla mı kalayım, bilemedim! Niye mi?
Buyurun Bardakçı Baba Türbesi’nin hikayesine;
1968 yılında, Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde okuyan bir grup genç, okulun hemen yanındaki ağaçlık alanı buluşma yeri yapmış. Orada ders çalışıyorlar, akşamları müzik dinleyip bir şeyler içiyorlarmış. Tahta bir masaları varmış, birkaç da sandalyeleri! Masada 4-5 tane bardak, bir damacana da su! Ağaçların arasındaki bu masa, dışarıdan pek fark edilmiyormuş zaten onlar yokken kimse de bardaklara dokunmuyormuş. Zamanla grubun üyelerinin sayısı artınca, bardak sayısı da artmış. Hatta kızları korkutmak için, mezar görüntüsü veren bir tümsek yapmışlar, okuldan getirdikleri çene kemiklerini ve kuru kafaları, bu tümseğin üzerine koymuşlar! Grubun mabedi olan bu yere, isim konmuş, tabela asılmış; ‘Bardakçı Baba’
Gel zaman git zaman okul bitmiş, grubun üyeleri mezun olmuşlar, iş hayatına atılmışlar. Tahta masa da bardaklar da mezar da kalmış orada!
Damacanayı dolduruyormuş hep birileri, bardaklar kaldırılmıyormuş. Orada yatır olduğuna inanmış halk! Ağaçlar kesilmiş, çevre türbeye yakışır şekilde düzenlenmiş. Tabelalar hazırlanmış, ‘Bardakçı Baba Türbesi’, resmen ziyarete açılmış.
İşte o dönem öğrencilerinden, o günlerin şahidi Diş Hekimi Hüseyin Cahit Dursun, yıllar sonra gerçeği açıklamış; “Burası, bizim yaptığımız içi boş bir mezar! Mezarda yatan falan yok!”
Şimdilerde etrafındaki gökdelenlerin gölgesinde kalmış, siyah mermer ile kaplanıp etrafı da cam duvar ile çevirerek Plaza Çağı ile uyumlu sürrealist bir yatır var ortada! Yani yatır yok da yeri var aslında!
İyi tamam da benim adakla pekiştirdiğim dileğim ne olacak bu durumda?
Olmayan yatır yüzünden gümbürtüye mi gidecek yoksa?
…………………………………*……………………………….
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Ortaya Çıkışı: 28 Ocak'tan bu yana görülmeyen, 65 gündür görüntü vermeyen MHP lideri Devlet Bahçeli’nin geçirdiği kalp ameliyatından sonra ilk kez ortaya çıkmasından sonra Katoliklerin ruhani lideri ve Vatikan Devlet Başkanı Papa Franciscus de solunum yollarından geçirdiği hastalıkların ardından ilk kez Vatikan'daki Aziz Petrus Meydanı'na çıkarak, halkını selamladı! Papa'nın konuşmakta zorlandığı ve burnunda da oksijen desteği için aparat olduğu görüldü! Çok şükür salimen çıktı ortaya iki lider de, sevenlerinin yüreğine su serpildi! Geçmişle olsun!
Haftanın Platformu: Hayatımıza mavi ışıklar saça saça giren ‘Bluesky’ oldu! Son haftalarda artan toplumsal olaylar ve protestolar sebebiyle popüler sosyal medya platformu Twitter (X)’deki bazı hesapların kapatılması üzerine yeni bir haber platformu açıldı! Twitter’ın kurucularından Jack Dorsey tarafından kurulan BlueSky, merkeziyetsiz yapısıyla dikkat çekiyor. İçerik sansürü ve algoritmik manipülasyonlara karşı daha şeffaf bir deneyim sunduğunu iddia eden platform, Meta tarafından kurulan Threads’in akıbetine uğramaz inşallah! Threads de aynı coşkuyla başlamıştı yayına ama kapandı hızlıca! Bakalım Bluesky, ne kadar dayanacak bu kurtlar sofrasında!
Haftanın Tepkisi: Çığ gibi büyüyor! Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’ın yaveri Elon Musk ile birlikte son dönemde ürettiği politikaları anlamaya, hazmetmeye çalışan dünya, son olarak Trump’ın açıkladığı küresel gümrük tarifelerinin ardından finans piyasalarındaki depremle sarsıldı! Trump ve Musk karşıtı gösteriler, Amerika’daki 50 eyaletten taşarak Londra, Almanya, Lizbon gibi diğer Avrupa şehirlerine de yayıldı! Valla dünya karıştı, Trump fena sıkıştı! Allah sonumuzu hayretsin diyor, dualarla huzurunuzdan ayrılıyorum!
Haftanın Püskürmesi: İtalya’da gerçekleşti! İtalya'nın güneyindeki aktif yanardağlardan olan Etna Yanardağı, kül ve lav püskürtmeye başladı! 3.300 metre yükseklikteki yanardağın güçlü şekilde kül ve lav püskürttüğü, kül bulutunun doğu yönünde dağıldığı açıklandı! Ortalık zaten toz duman, yanardağ lav püskürtse kül yağdırsa ne olur, değil mi ama! Eksiğimiz yanardağdı, o da oldu maşallah!
Haftanın Delisi: Genelde bizden çıkar aslında ama olay bu sefer bizden çok uzakta gerçekleşti! Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'dan Avustralya'nın Sydney kentine sefer yapan uçağın acil çıkış kapısını 2 kez açmaya çalışan ve müdahalede bulunan kabin memuruna saldıran 46 yaşındaki yolcu gözaltına alındı. Yolcunun uyku ilacı ve alkol aldığını, olayı hatırlamadığı açıklandı!
Uçağın kapısını açmaya çalışmak nedir ya, iyice şaşırdı insanlar valla! Hayır illa ineceksen uçaktan, Zeki Müren ile Türkan Şoray gibi paraşütle in! Saçmalığın zirvesiydi o film, onu geçmeye ne gerek var, değil mi!