Böyle yazınca da paye vermiş gibi oldu adama!
Ölünün arkasından konuşulmaz biliyorum da içini yaktıysan bir kadının ve o ateş aradan geçen onlarca yıla rağmen sönmemişse hala, talan etmişse toplumun değerlerini, ahlaki dengesini bir değinmek icap eder mevzuya, günahı da benim boynuma!
Neşecan Göktürk! Tatlı mı tatlı, yetenekli mi yetenekli küçük bir kız!
5 yaşında "Karaböcek" piyesinde oynarken yeteneğini fark eden dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “Karaböcek" soyadı veriliyor kendisine!
"Orta Şark'ın Altın Bülbülü" unvanlı sanatçı, arabeskin de anası!
1968 yılında "Artık Sevmeyeceğim" adlı şarkısı ile büyük bir çıkış yapıyor Neşe Karaböcek! Sevmeme sözünü tutamıyor ama "Deli Gibi Sevdim" diyerek yükselişini sürdürüyor 1970 yılında!
Türk sanat müziği, pop ve arabesk gibi farklı türleri harmanlayarak geniş bir dinleyici kitlesine ulaşan Neşe Karaböcek, "Damarımda Kanımsın", "Kulakların Çınlasın", "Sildim Seni Kalbimden” şarkılarıyla hala müzik listemizin vazgeçilmezi, zat-ı şahanesi! Sayısız 45'lik plak, Longplay ve kaset/CD çıkarmış, 11 sinema filminde de başrol oynamış, 16 adet altın plak, 1 platin plak, 1 altın bülbül (5 altın 45'lik yerine verilmiştir) ve 2 altın kaset ödülü alıyor. Müzisyen Atilla Alpsakarya ile evleniyor ve bu evlilikten Alper adında bir oğlu oluyor.
Bu ışıltı hayatı elbette o seçti ve o da hepimiz gibi türlü türlü kazık yedi. Ama en büyük kazık, hiç beklemediği yerden geldi! Eşi Neşe Karaböcek’ten 1974 yılında boşanan Atilla Alpsakarya, 1975 yılında Neşe Karaböcek'in kız kardeşi Gülden Karaböcek ile evlendi. Bu, sanat dünyasının en büyük aile dramlarından biriydi. Ablasından 7 yaş küçük olan ve ablası gibi şöhret olmak için uğraşan Gülden Karaböcek, ablasının10 yıllık eşi ile Atilla Alpsakarya ile birlikte oldu, onun plak şirketinden plaklar çıkardı, sonrasında da eniştesi ile evlendi. Bununla da yetinmeyerek eniştesinden doğan ve oğluna Alpay adını verdi. Neşe'den doğan oğlunun adını Alper, Gülden'den doğan oğlunun adını da Alpay koyan Atilla Alpsakarya neyin kafasındaydı, kimse bilemedi!
Yaşanan bu olay sonrasında Neşe Karaböcek kardeşini sildi ve 2 kardeş bir daha hiç görüşmedi.
Üstelik ablasına İsmet İnönü tarafından verilen ‘Karaböcek’ soyadını kendine de alan Gülden, asıl soyadı olan ‘Göktürk’ü kütükten sildirtti. Ablasının ardından evlenerek eniştesinin de soyadını alan Gülden, Neşe Karaböcek’in kötü bir taklidi olmaktan hiç vazgeçmedi.
Bu hikaye bana tanıdık geliyordu bir yerden ama nereden?
Tabi ya, Reşat Nuri Güntekin’in ünlü eseri Yaprak Dökümü’ndeki ‘Leyla& Necla’ kardeşler değil miydi aynı adama âşık olan, aynı adam tarafından kandırılan ve birbirleriyle kanlı bıçaklı olan!
Hani imkan olabilseydi de bir şarkıda düet yapabilseydi Neşe ve Gülden kardeşler, en çok bu şarkı yakışırdı; ‘Her çiçekten bal alırsın/ Her gördüğünle kalırsın/ Sen kendini ne sanırsın/ Belki bir gün uslanırsın!’
Bu konu nereden geldi aklına, 50 yıllık küslüğü neden getirdin masaya diyecek olursanız, cevabım bir otobiyografinin sayfalarında saklı!
Tam 70 yıldır sahnede olan Neşe Karaböcek, hayatını yazdığı bir anı kitabı hazırladı. “İşte Benim Masalım” adını taşıyan kitabında, az bilinen çocukluk yıllarını, 3 yaşında başlayan müzik hayatını, emin adımlarla çıktığı şöhret basamaklarını, sahne hayatını ve hayatının en büyük acısı olan oğlu Hasan’ın vefatını yazdı. Kitabında eski eşiyle kardeşinin ilişkisinden de bahseden Neşe Karaböcek, kitabın lansmanında, basın mensuplarının ‘kardeşinizi affettiniz mi?’ sorusuna da kesin ve tereddütsüz şekilde, ‘Affetmedim’ cevabını verdi!
Affedilecek gibi de değil hani! Hata falan değil yapılan, hainliğin ta kendisi! Kardeş ahlaksızlığı- eş kazığı ve de evlat acısı; Bakınca da bunlara, adının Neşe olması nasıl bir ironi!
Dıştan gelen kötülük sarsıyor insanı da, kardeşten gelen yıkar be adamı!
Neyse ki inandığımız bir adalet var ki yarına kalsa da yanına kalmıyor, bırakmıyor yakanı!
Merak etme Sevgili Neşe Karaböcek, sıkma güzel canını!
Eden bulur illa! çeker cezasını, bulur belasını!
……………………………*………………………………………
YENİ BİR KİMLİĞİN DOĞUŞU
Konu mecazi gibi geliyor kulağa ama değil! Ananın ak sütü gibi gerçek, bildiğin sözlük anlamıyla!
Bir bebek doğar ve her bebekle de birlikte bir anne doğar!
Yaşamadığı, tatmadığı bir duyguyla tanışır anne, bilmediği sınavlarla sınanır!
Burnunda bitmeyen sızıyla, geçmeyen kaygılarla, dinmeyen telaşlarla yaşamaya alışır!
Annelik hemen her gün tekrar tekrar üzerimize geçirdiğimiz, her giyişimde ilk kez giymiş gibi bir taraflarını beğenmeyip kâh etek ucunu teyellediğimiz, kâh belini incelttiğimiz bir elbise! O elbise de aynı durmuyor herkeste! Bakmayın siz, ‘Olmamış bu, ben daha iyisini dikerim’ anne namzetlerine! Zaman değişiyor bir kere, şartlar değişiyor, ihtiyaçlar ve öncelikler değişiyor. Her anne, sadece çocuğunu değil kendini de doğuruyor her seferinde! Değil 30-40 yıl öncenin anneliği, aynı kişinin 1-2 yıl ara ile olan çocuklarına anneliği bile değişiyor işte!
Değişmeyen tek şey var bu dünyada o da, annesi olan, annesi ile büyüyen çocukların daha önde daha şanslı başladıkları bu hayata!
Murathan Mungan’ı bilirsiniz! Hani, “Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir” diyen ünlü şairi, “Çok sevmenin sevgisizliğine uğradım ben” diyen usta yazarı! Hayatı kaosundan kaçıp kendimle ve onun ‘Harita Metod Defteri’ isimli kitabı ile başbaşa kaldığım anda öğrendim annesiyle durumunu! Annesi Muazzez şizofren hastası ve Murathan henüz 1 yaşındayken annesiyle babayla ayrılıyor. Annesi Murathan ile kendi anne ve ablasının yanına gidiyor. Hastalık ilerleyince buna ağır bir tedavi süreci de eklenince çocuğa bakmakta zorlanıyor aile! Mardin’de avukatlık yapan babayı arayarak çocuğu almasını istiyorlar. Baba başka biriyle evlenmiş, alıyor Murathan’ı, büyütüyor. Uzakta yaşayan bir annesi olduğunu biliyor Murathan, 17 yaşına geldiğinde onu büyüten hanımla birlikte İstanbul'a annesini görmeye gidiyor.
Gerek yaşı gerekse de hastalığı sebebiyle hiç hazırlıksız, “Bak oğlun geldi” demekten çekiniyor yakınları! Bahçe kapısından içeri giriyor Murathan, yanındaki hanım ile! İlk gördüğü şey, misafirlere telaşla terlik çıkarmak için öne eğilen bir kadın!
Sonrasını işte Harita Metod Defteri kitabında kendisi şöyle anlatıyor;
“…..Boğazımda, hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir düğüm! Kendimi tutmak konusunda sıkı sıkıya tembihlenmişim. Ne de olsa hastalık geçirmiş kadın! Her şey yavaş yavaş söylenecek ona.
Oturuyoruz! Orada, karşımda oturan kadın benim annem! Ama bir yabancı! Hiçbir hatıram yok.
Arada bir gözlerimiz değdiğinde ona fazla bakamıyor, gözlerimi kaçırıyorum! Çocukluğumda ona ilişkin duyduğum üzücü hikayelerdeki kadınla hiçbir alakası yok. “Eve bakacak kiracılar” diye tanıtılıyoruz, ardından da çıkıyoruz!
Pencerede tülün ardından arkamızdan bakan kadının artık annem olduğunu biliyorum!
Dönüşte, minibüste cam kenarına oturup Mümtaz dayıların evine kadar yol boyu hiç durmadan ağladığımı hatırlıyorum. Gözlerimin çok ama çok acıdığını da hatırlıyorum o gün!
Annem oydu, beni doğuran!
Çocukluğum boyunca seyrettiğim acıklı filmlerdeki, acıklı romanlardaki gibi bir hayatım olmuştu birdenbire. Kendimi bambaşka bir filmin içinde bulmuştum.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra teyzem anneme, “Sana bir şey söyleyeceğim Muazzez, ama heyecanlanmaman gerek, biliyorsun” demiş. “Önce şu ilaçlarını al bakayım!”
İlaçlarını içen annem teyzeme bakmış ve sormuş; “Dün gelen benim oğlumdu, değil mi?”
Hiçbir şeyi bilmesen de anlamasan da tanımasan da evladını tanır anne! Annelik bir sıfattan ötedir çünkü, en güçlü histir!
Ve annesi olmayan, anneyle büyümeyen çocuklar, acıların kalıcı izlerini, içlerinden silemez ama ayakta kalmayı öğrenir!
Çünkü malum, öldürmeyen acı güçlendirir!
………………………………………*……………………………
KARANLIĞA BİR MUM YAKSAK!
Tuhaf şeyler oluyor dünyada!
Pandemiden beri iflah olmadı gezegen, belini doğrultup eksene oturamadı!
Birazcık daha toprak uğruna masumları katleden, çocukları öldüren ülkeler, adı konulamayan, sebebi bulunamayan türlü virüsler, arka arkaya çıkan yangınlar, depremler, seller, heyelanlar…
Şimdi de Avrupa’da başlayan, ülkeden ülkeye sıçrayan elektrik kesintileri!
3 gün önceye kadar uzayda koloni kuruyorduk, Mars’ta patates yetiştirebilir miyiz’i konuşuyorduk, şimdi ise Serdar Ortaç’ın ‘Karanlığa bir mum yaksak’ şarkısıyla kesintiler bizde de olur mu diye, korkuyla bekliyoruz!
Peki ama neden?
Ay ne çok soruyoruz bu ara ‘neden’ diye! Ama öyle akıl almaz şeyler yaşanıyor ki sormamak da mümkün olmuyor işte! 5 saniyede 50 milyon kişi karanlığa gömüldü, Avrupa’nın ışıkları söndü!
İspanya ve Portekiz başta olmak üzere Belçika, Fransa, Andorra'da hayatı 1 gün boyunca felç eden geniş çaplı elektrik kesintisinin sebepleri ve bu sebeplere ilişkin komplo teorileri, aldı başını yürüdü. İspanya OHAL ilan etti, konu büyüdü! Sadece 5 saniyede tüm sistem çöktü! Trenler durdu, uçuşlar iptal oldu, internet kesildi, cep telefonlarına ulaşılamadı. Trafik ışıkları ile ATM'ler çalışmadı, hastanelerde ameliyatlar yapılamadı. Milyonlarca insan, tabir-i caiz ise gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi öylece kalakaldı.
İşin ilginci mi desek vahimi mi bilemedim de Avrupa’yı felç eden bu elektrik kesintisinin sebebi de hala bulunamadı. Siber terörizm de diyen var, atmosferik faktörler ve teknik şebeke arızasından olmuş olabilir diyenler de! Bir kısım bilim adamları ise sözkonusu durumun, aşırı güneş üretimi kaynaklı frekans dengesizliğinden kaynaklandığı huşunda kararlı! Peki bu sıkıntı bize sıçrar mı?
Ülkemiz için bu durum, acaba bir korku filminin fragmanı mı?
Yetkililer, Türkiye’nin bu sıkıntıdan şu anda etkilenmediğini ama Avrupa sistemine bağlı olduğumuz için bizim de bundan etkilenebilme ihtimalimiz olduğunu açıkladı.
Hatırlarsanız 5. ve 15.yüzyılda 500 yıl süren ve ‘Karanlık Çağ’ adı verilen bir dönem yaşanmıştı Avrupa’da! Niye ‘Karanlık Çağ’ denmiş bu çağa çünkü o dönemde birçok kitabın basılması ve okunması yasaklanmış. Özellikle kilise aleyhinde yazılan kitapların yazarları tutuklanmış, asılarak idam edilmiş. Bu düşünce yapısı ve mantığı, uzun yıllar boyunca Avrupa'nın bilim, kültür ve sanat alanında ilerleme kaydedememesine neden olmuş. Demografik, kültürel ve ekonomik bir bozulma ve yozlaşmanın meydana geldiği bu dönem için mecazi anlamda ‘karanlık’ çağ denmiş. Oysa şimdi kanlı canlı, tam da sözlük anlamıyla karanlık bir çağa girmiş durumda!
Eyyy Avrupa! Kendini de bizi de bırakma karanlıkta! Bul hal çaresini, tez zamanda!
Batıdır, gelişmiş memlekettir diyoruz ama unutmayın ki ışık doğudan yükselir!
‘Odalarda ışıksızım- katıksızım’ diyen rahmetli Kayahan! Umarım kaderimiz benzememiştir!
………………………..*……………………………..
HAFTANIN EN’leri
Haftanın Saldırısı: Bu sefer beklemediğimiz yerden geldi! Bu gezegen İsrail- Filistin, Rusya- Ukrayna savaşına, Amerika- Çin dalaşına alışmıştı da Hindistan- Pakistan mevzusu, gündeme bomba gibi düştü. İşte yine hem sözlük hem mecaz anlamıyla bir cümle! Hindistan’ın yolladığı füze görünümlü bombalar, dünya manşetine bomba gibi düştü! Hindistan’ın Sindoor Operasyonu kapsamında Pakistan'ın kontrolündeki Keşmir'de dokuz terör kampını vurması, dünyada kartlar yeniden dağıtılırken ‘ben de buradayım’ demesi anlamına geliyor! Allah dünyayı bir nükleer savaştan korusun demekten başka da bir şey, elimizden gelmiyor!
Haftanın Riski: Beni şok etti! Depresyondan komaya girildiğini okuyunca sizi de şok edecek sanki!
Samsun’da 26 yaşındaki hasta, depresyon tanısı ile bilinci kapalı olarak 19 Mayıs Hastanesi’ne getirildi! Tüm nörolojik, metabolik, enfeksiyöz, toksik ve endokrin tetkiklerin normal olmasına rağmen gözlerini açmayan ağrılı uyaranlara dahi yanıt vermeyen, kaskatı şekilde yoğun bakımda yatan hasta tam 56 gün sonra EKT (Elektrokonvülsif Terapi) tedavisi ile uyandırıldı. Bundan da anlaşılan, depresyonun yalnızca bir üzüntü hali olmadığını, kimi zaman insanı tamamen susturup hayattan alıkoyabilecek kadar derin bir etki yaratabileceği! Yaşadığımız çağa bakınca depresyona girmemek pek mümkün olmasa da bu kadar derin girmemek için nasıl korunsak acaba? Bir de depresyondayken gülersek depresyon bozulur mu, açıklasınlar bunu da!
Haftanın Hırsızlığı: Yöntem açısından valla takdire şayan! İzmir'de, Adnan Menderes Havalimanı Dış Hatlar Terminali'ndeki bir valizde diş macunu tüplerine gizlenmiş, 5 ayrı döneme ait olduğu değerlendirilen, değeri en az 20 milyon TL olan 130 sikke, 32 obje ve 2 altın yüzük yakalandı! İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince organize edilen operasyonda Arkaik, Lidya, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait olduğu değerlendirilen para ve altınların diş macunu tüplerine gizlenmesi, pes dedirtti! Bu zekayı, doğru kullansalar ne iyiydi de işte hukuksuz iş, Bağdat’tan değil daha Bağdat’a gitmeden geri dönüyor!
Haftanın Etkinliği: New York’ta gerçekleşti! Moda dünyasının en büyük etkinlikleri arasında yer alan geleneksel Met Gala, New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde düzenlendi! Galada bu yılın teması, Kostüm Enstitüsü’nün yeni sergisi “Superfine: Tailoring Black Style Süper (Süper Rafine: Siyah Stilinin Terziliği)” ile bağlantılı olarak “Tailored for You” (Sizin İçin Biçilmiş) olarak belirlendi. Temayı Kostüm Enstitüsü baş küratörü Andrew Bolton seçti! Gala aslında bir bağış toplama etkinliği! Katılım için ödenen beş haneli bilet ücretleri, galanın yapıldığı müze için milyonlarca dolar gelir sebebi! Bu sene Met Gala benim için Rihanna demekti; Kıyafetiyle 3. Çocuğuna hamile olduğunu ilan etti! Valla kadın hamile haliyle bile seksi ve güzeldi!
Haftanın Uyanışı: Canımı çok sıktı! Bahar geldi, sivrisinekler uyanmaya başladı! Dişi sivrisinekler yumurtlamayı tamamladıktan sonra, odun yığınları, ağaç kovukları gibi kuytu yerlerde kış uykusuna yatıyor. Erkek sivrisinekler ise daha kısa ömürlü oldukları için çok şükür kış aylarını göremiyor. Havaların ısınınca da bu dişi sivrisinekler uyanarak yumurtalarını bırakmak için nemli alanlara uçuyor, derdimiz de işte böyle başlıyor! Üstelik bu ezeli düşmanlarımız sadece kaşıntılara sebep olmuyor değil aynı zamanda pek çok hastalığı da taşıyabiliyor! Batı Nil Virüsü, Zika Virüsü, Sıtma, Sarı Humma gibi hastalıklar, sivrisinekler aracılığıyla yayılan hastalıklardan birkaçı! Ya ne istiyorlarsa verelim şu sivrisineklere de bitsin bu kan davası! Yoksa bitmeyecek maalesef, içimizdeki bu hicran yarası!