Çocukluğun katili LGS, gençlik yıllarının elinde kaygı, endişe silahı ile ateş eden faili YKS dönemi geldi gene işte!
Son düzlüğe girilen bu dönemde, sınava gireceklerin büyük kısmında panik atak başladı bile! Antidepresana sarılan masum bedenler, birinci olmak için padoktan fırlayan atlar gibi koşturan gençler, başarmak uğruna her şeyin mübah sayıldığı bu dünyada ilk sınavlarını da veriyorlar aslında!
Başarmak, içinde hem gururu hem zorluğu, acı-kan- ter- gözyaşını barındıran çok derin bir eylem!
Gördüklerime, okuduklarıma bakıyorum da mutluluk değil başarı odaklı bir hayat yaşıyoruz!
Başarı, kazandığın para, sahip olduğun mevki ile ölçülüyor. Geçen gün 10 yaşındaki yeğenime sordum, büyüyünce ne olacaksın diye, cevaba gelin hele; “En çok para, hangi işte kazanılıyorsa işi yapacağım ben de!” 18 yaşındaki oğlumun cevabı da buna benzer nitelikte; “Hayat illa üzecek bizi kabul de, dandik bir arabada ağlamaktansa Ferrari de ağlamayı tercih ederim be anne!”
Tamam artık kurcalamıyorum, haklısın Nilüfer kardeş; ‘Dünya dönüyor sen ne dersen de!”
Hem dönüyor hem değişiyor, hobilerinden para kazananlar ne kadar şanslı olduklarını bilmiyor!
Neyse madem her şeyin kaynağı başarı, neymiş o zaman başarının sırrı?
Planlı olmak, günü gününe çalışmak klişelerinden bahsetmeyeceğim şimdi burada. Asıl başarı, detaylarda gizli aslında. Bunu çok iyi anlatan gerçek bir hikâye var;
Japonya’da bir çocuk 10 yaşındayken trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa en büyük bir ideali, iyi bir judocu olmakmış. Sol kolunu kaybetmesiyle bu hayali yıkılan çocuk, derin bir umutsuzluğa düşmüş. Oğlunun bu haline çok üzülen babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına giderek yardım istemiş. Usta, çocuğu bir şartla eğiteceğini söylemiş, şartı da işine karışılmamasıymış.
Usta, ertesi günden itibaren tam 10 yıl boyunca çocuğa tek bir hareket öğretmiş ve her gün bu hareketi çalışmasını istemiş. Çocuk zaman zaman hocasının yanına gidip; “Bu hareketi öğrendim, başka hareket göstermeyecek misiniz?” diye sormuş. Hocanın cevabı ise hep; “Sen, aynı hareketi çalış oğlum! Zamanı gelince yeni harekete geçeriz” olmuş.
2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10’uncu yılını doldurmuş. Bir gün hocası yanına gelip “Hazır ol!” demiş. “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!” Artık çocukluktan çıkan delikanlı şaşırmış hem sol kolu yok hem de judoda bildiği tek hareket var! Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmadığını düşünmüş ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.
Delikanlı ilk müsabakasına çıkmış! Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. İkinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final derken final maçına çıkmış. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış. Rakibini yenmiş ve şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş ve “Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım?” diye sormuş. Hocasının cevabı şöyle olmuş;
“Bak oğlum, 10 yıldır o hareketi çalışıyorsun. O kadar çok çalıştın ki artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir! İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. O da rakibinin seni, sol kolundan tutması gerekir!”
Bazen farkına varmasak da eksik gördüğümüz taraflarımız, aynı zamanda en güçlü taraflarımız olabilir. Yeter ki bu eksiklik, zihinlerde olmasın!
Başarının sırrı, bir işi en iyi yapan olmak! Öyle her şeyi yapmaya gerek yok, 1 şeyi çok iyi yapın yeter, başarı garanti! Ha yanında biraz güler yüz- tatlı dil olursa kaymaklı künefe!
Anahtarı verdim, açması kaldı geriye!
Daha ne yapayım size!
……………………………….*…………………………………
SEVEREK AYRILIYORUZ
Seninle severek ayrılıyoruz!
Yastığım yorganımla ardından bakakalıyoruz, gece olsun da gelsin diyoruz!
Bir çalar saatin sesinde, sabahlara isyan ediyoruz!
Evet tabi ki uykudan bahsediyoruz!
Severek ayrılmak deyince, Uykuyu kastediyoruz!
Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları! Doğa canlanırken ihtiyaç duyduğu enerjiyi, insanlardan çeker alırmış. İlkbahar geldiğinde hissettiğimiz halsizlik, keyifsizlik meğer ondanmış. Kuş sesleri ovalara yayıldığında, mini mini bir kuş pencereye konduğunda coşması gereken içimiz yerine konuşulan, yataktan kalkamayan, sabahları uyanamayan bedenimiz! O yüzden severek ayrılanlar deyince aklıma ilk gelen, yatağımız yorganımızla bütünleşmiş ruh halimiz.
‘Isınsam mı yoksa ‘sen baharsın, kışın uzantısısın-kendine gel’ kıskacında sıkışmış bu havalar, tişörtle gezmek- battaniye örtmek arasında gel-git’lere sebep olsa da bizde, ben şaire katılıyorum ve ‘Beni bu güzel havalar mahvetti’ diyorum. Ne yapayım bahar gelmişse canım, ben uyanamıyorum! Sabahları yataktan çıkmak istemiyorum!
Yaş ilerleyince, yetişkinlikle yaşlılık arasındaki o dik o keskin virajda ilerlerken kaç yaşındasın diye sorulduğunda, ‘…..yaşındayım, geceleri saymazsak!” diyor insanlar! Az buz da değil hani günün üçte biri uykuda geçiyor. Uykuda gezemiyor- eğlenemiyor- üretemiyor ya insan, o yüzden bu süre yaşanmış zamanlardan sayılmıyor. Valla hayat sayıyor be güzel kardeşim! Yarı ölüm deniyor uyku için tamam da ya gerçek hayatta yaşamadığın- yaşayamayacağın o rüyalar! Kaybettiğin, ancak uykuda yeniden görebileceğin sevdiğin insanlar! Uykuda geçen zaman, harcanmış, hayattan çalınmış zaman değil aksine huzur, umut- kaçış ve en çok da vuslattır bence!
Erken kalkma hadisesine karşıyım ben sadece! Uyuyalım güzel güzel, hava karanlıkken, karga şeyini yemeden uyandırılıp okula- işe gönderilmek nedir, onu anlamıyorum işte! Yıllar önce biri çıkmış, gün doğmadan, kimse ayılmadan uyansın herkes, okula işe gitsin demiş, bir Allah’ın kulu da ‘Yahu daha gece, sabah olmamış, gün ağarmamış, niye 2 saat daha sonra gidilmiyor nereye gidilecekse?’ dememiş. Hoş hâlâ diyen yok da neyse! Sonra niye bu çocuklar bu insanlar mutsuz, aksi diye soruyorlar, al sebep işte!
Böyle filozof filozof konuşuyorsam vardır elbet bir sebebi :)
Canım Sokrates ile kafamız aynı, duruşumuz belli!
Sokrates diyor ki; “Ben gençken erken kalkmaktan hoşlanmazdım ve annem bu davranışımdan nefret ederdi çünkü bir gün beni zengin bir tüccar olarak görmeyi hayal etmişti. (Benim de babam erken kalkmayandan hiç hazzetmez- tesadüfe bak :))Bir gün annem, öğretmenimle görüşmek için okula geldi çünkü sabahları kalkamadığım için sürekli geç kalıyordum ve yok yazılıyordum. Annemle öğretmen biraz görüştükten sonra yanıma geldiler ve erken kalkmanın öneminden bahsedip artık bu geç uyanma durumunu sona erdirmemi söylediler. Ben de tamam da erken kalkmanın faydası nedir, onu bir söyleyin dedim. Öğretmen, “Peki o zaman şöyle yapalım, sana harika bir hikaye anlatacağım ve sen de bana bundan ne çıkardığını söyleyeceksin, anlaştık mı?” dedi. Ben de, ‘anlaştık!’ dedim. Öğretmen;
- 2 tane kuş varmış! Biri erken uyanıp, böcek yiyip yavrularını beslemiş. Diğer de geç uyanıp yiyecek bir şey bulamamış! Şimdi bu hikâyeden ne anladın Sokrates?
Cevabı gayet basitti;
- Erken kalkan böcekler, kuşlar tarafından yenir!
……………………*………………………
SEYFİ BEY
Gösterilerin, sergilerin, tiyatroların, konserlerin en renkli zamanlarındayız bu aralar!
Güneş gülümseyince bize yandan yandan, keyfimiz accık yerine geldi, moralimiz bir tık düzeldi, her şeye rağmen!
O kadar tatsız ki hayat son dönemde, bahane arar olduk resmen, gülmeye, eğlenmeye, gezmeye!
Tam da bu ruh haliyle gittik, on zamanların en popüler oyunlarından biri olan Seyfi Bey’e!
Kanto deyince aklınıza kim gelir?
Ammaannn o sarışın hatunun ismini söylemeyin, Huysuz Virjin’i mezarından hortlatıp getirmeyin!
Çünkü o sarışın hatuna- Nurhan Damcıoğlu’na çok kırgın ve de kızgınmış Huysuz Virjin çünkü Damcıoğlu, onu şikayet edip sahneden indirtmiş!
Bunu da nereden öğrendin derseniz, Armağan Çağlayan’ın can verdiği Seyfi Bey gösterisinden!
2007 yılının bir kış gecesi, Günay Restaurant’ta Huysuz Virjin’in yani Seyfi Dursunoğlu’nun kulisi!
Seyfi bey, hayatının yarısı boyunca hemen her gece yaptığı gibi Huysuz Virjin’e dönüşmek için hazırlanmakta! Ancak gelen bir telefon, sadece o gecenin değil zamanın seyrini değiştirecek!
Kariyerine, 30 yıl önce Huysuz Virjin’in metin yazarı olarak başlayan Armağan Çağlayan, ustasının vasiyetini yerine getiriyor ve Huysuz Virjin’in hayatını, Huysuz Virjin olarak anlatıyor. Seyfi Bey, yarattığı Huysuz Virjin karakteriyle Türk eğlence dünyasında devrim yaratan bir ikonun incelikli portresini tespit etmeye çalışırken, izleyiciyi ortak bir geçmişin hatıralarına ve geleceğin hayallerine davet ediyor. SSK’da memur iken zenne olan, şöhret basamaklarını kan-ter- gözyaşıyla çıkan, yorulmayan ve lafları gediğine şahane koyan bu şahane sanatçıyı canlandırmak da öyle kolay değil hani! Armağan Çağlayan, zor bir işe soyunmuş yani! Huysuz Virjin’in sahnedeki aurası, canlılığı, kıvrak zekası yoktu sahnede, Seyfi Dursunoğlu’nun melankolik ve depresif ruh halini izledik 2 saat boyunca! Sahne kıyafetlerini kendi diker kendi işlermiş büyük usta ama Armağan Çağlayan’ın giydikleri, son derece sıradan ve sönüktü valla!
Çocukluğu, ilk gençlik yılları, büyüdüğü ortam, baba travması, anne düşkünlüğü, ilk aşkı, son aşkı, acıları, hayal kırıklıkları, inadı, sabrı, acıları, alkışları ile muadili olmayan, yeri de doldurulamayan bir karakter Huysuz Virjin! Başka bir ülkede doğsaydı, eminim bambaşka olurdu hayatı! Kendisi de demişti zaten; “Başka ülkelerde, benim gibi yaşını başını almış sanatçıya ömür boyu yaşam ödülü verirler. Bana değil ödül vermek, yok etmek istediler!”
Oyunda geçen en doğru tespit, “Huysuz ve Seyfi matruşka gibidir, Huysuz’u açsan Seyfi, Seyfi’yi açsan Huysuz çıkar" sözü! Huysuz’un o pervasız, sınırsız ve de destursuz duruşuna inat Seyfi Bey, bir o kadar ciddi, asabi! Ama ikisi de birbirini tamamlıyor sanki, bir bütünün iki parçası gibi!
Biliyordum, seviyordum ama aslında tanımıyormuşum bu iki karakteri! Spotların altında, kalbi kırık, içinde derin bir hüznü barındıran Virjin’i ve Seyfi’yi!
Ezcümle Armağan Çağlayan 59 yaşında ilk kez tiyatro sahnesine çıkıyor bu oyunla!
Adam oyuncu değil, artist değil! Hayatında ilk kez oyunculuk yapıyor, ilk çıktığı oyun ülkenin en önemli en sevilen karakterlerinden birinin hayatı, üstelik tek kişilik oyun! Çağlayan, beklentilerin çok ötesinde bir performansla ustasına ahde vefa gösteriyor. Gösteri, kapalı gişe oynuyor ve oyunun sonunda yüzlerce kişinin ayakta alkışını, sonuna kadar hak ediyor.
Virjin’lerin en Huysuz’u; Sendeki coşku, bendeki hayranlıkla, kalbimde kurduğun tahtla hiç değişmeyeceksin!
Türk halkı için ebedisin!
Çok sevildin, hep özleneceksin!
………………………..*…………………………..
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Buluşu: Bir kertenkele! Artvin’deki Kaçkar Dağlarında keşfedilen bir kertenkele, hem ismiyle hem cismiyle dünya literatürüne girdi! Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Zooloji Ana Bilim Dalı Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Kürşat Şahin, Artvin'de keşfettiği kertenkele türüne, vefat eden annesi Saliha'nın ismini vererek bu kertenkele türünü, 'Darevskia Salihae' adıyla literatüre kazandırdı! Bir türlü ölmeyen, ikiye bölünse de tekrar büyüyen, sürüngenler ailesinin en bilinen türü olan kertenkele annenin ismini vermek! Hayır eski sevgilininkini falan koysa anlayacağım da sevimsiz bir sürüngene annenin adıyla seslenmek, tuhaf olsa gerek! O değil de duysa falan, rahmetli kadın mezarında ters dönecek!
Haftanın Paniği: Ünlü sanatçı Shakira’nın konserinde yaşandı! ABD'nin New Jersey eyaletinde hızla yayılan kızamık salgının, 15 Mayıs'ta East Rutherford'daki Met Life Stadyumu'nda gerçekleşen Shakira'nın konserine katılan bir kişi vasıtasıyla yayıldığı söyleniyor! Hava yoluyla bulaşan bir virüs olan kızamık, aşılarla önlenebilmesine rağmen hala dünyadaki en bulaşıcı hastalıklardan biri olarak kabul ediliyor. Sağlık Bakanlığı yetkilileri, bu virüsün statta bulunan yüzlerce kişiye bulaşmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyor! Ah Shakira’m ya, talihsiz kaderin sadece seni değil, hayranlarını da etkilemiş! Bu nasıl devrandır, bulaşan herkesi üzmüş- hasta etmiş!
Haftanın Reddi: Milletçe hicran yaramız! Uzun zamandır Avrupa biletimiz, Schengen vizesine takılıyor! Gezip görelim, bakış açımız- vizyonumuz gelişsin diye yurt dışına gidelim istiyoruz, paramızı-pulumuzu cebimize koyuyoruz, hazırlık yapıyoruz ama sebepsiz- sepetsiz şekilde vize verilmiyor, gitmemize izin verilmiyor! Ortaya çıkan verilere göre, Schengen ülkeleri, 2024 yılında uy Türkiye’den yapılan her 100 vize başvurusunun yaklaşık 15'ini reddetmiş. Türkiye'den yapılan Schengen vizesi başvurularını en çok reddeden ülke de Danimarka olmuş. Danimarka, Türkiye'den yapılan her 20 başvurunun 7'sine olumsuz cevap verirken, Türkiye'den yapılan vize başvurularını en az reddeden ülke ise %2.9 ret oranı ile Portekiz’miş! Kalbimizi kırdın Danimarka, biz sana ne yaptık! Yazıktır, günahtır ya, bırak reddetmeyi, ver vizeyi artık!
Haftanın Kararı: Taa Amerika’dan, dünyanın en önemli üniversitelerinden birinden geldi! Filistin'e verdiği destekle ön plana çıkan Harvard Üniversitesine ilişkin Trump yönetimi yeni bir karar verdi! Buna göre Harvard Üniversitesi’ne uluslararası öğrenci alınmayacak! Trump yönetimi, Filistin'e destek gösterileriyle öne çıkan Harvard Üniversitesinin uluslararası öğrenci kabul programını, ilgili yasalara uymadığı ve şiddet ile antisemitizmi teşvik ederek Çin Komünist Partisi ile koordinasyon içinde olması sebebiyle durdurdu! Üstelik bununla da yetinilmemiş, üniversiteye sağlanan 2,2 milyar dolarlık fonun ve 60 milyon dolarlık sözleşme bedelinin dondurulmasına karar verilmiş! Görünen o ki demokrasi ve insan hakları, tüm dünyada erimiş- bitmiş- gitmiş! Medeniyetler ülkesinde bu oluyorsa vah bizim insanlarımıza vah Ortadoğu’ya, Asya’ya!
Haftanın Zirvesi: İzmir’de gerçekleşti! Ege Genç İş İnsanları Derneği (EGİAD) ile Ege Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) iş birliğiyle "dönüştüren güç" temasıyla organize edilen zirve, İzQ İnovasyon Merkezi'nde gerçekleştirildi! Yapay zeka alanında uygulamadan örneklerin ve hikayeleri bulunan girişimciler deneyimlerini paylaştığı zirvede, yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, ekosistem ve yapay zekanın kullanım alanları değerlendirildi. Ne güzel, bir kısmımız aşmış kendini yapay zekayla çalışıyor bir kısmımız ise hala geri zekalılarla uğraşıyor!