Sanatçı Mabel Matiz, birkaç yıl önce Konya’da Hz. Mevlana’nın türbesini ziyaret eder. O esnada iki ‘hayranı’ yanına gelir ve fotoğraf çektirmek ister. Matiz kibarca yapılmış teklifi kabul eder.
Bir süre sonra, çekilen ve sosyal medyada paylaşılan bu fotoğrafın altına kendisi hakkında yapılan aşağılayıcı homofobik yorumu görür... Yorumu yapan da fotoğraf çektiren sahte hayranı...
Matiz de yorum yapar ve kısaca şöyle der:
“...Tuhaf hissettirdi... Dün bulunduğumuz yerin özelinde düşündüğümde fazla düşüncesiz, kalpsiz ve tutarsız buldum bu hali. Belki çok uzun süredir ilk defa içim cız etti. İsterim ki; öncelikle kendi benliğinizi sevip ona saygı duyun. Dünyadaki yerinizi bulmak için daha faydalı kelimeler kullanın. Size ait olmayan ezbere bilgilerle yürümeyin. Sevginin karşısında diliniz de kalbiniz gibi tertemiz kalsın. Bilerek konuşun. İsterim ki Mevlana’nın kapısına neden gittiğinizi bilerek gidin!”
Son bir haftadır okuduğum haberlerde, izlediğim tartışma
1945’ten bu yana Avrupa’da yaşanan “en büyük savaş” olarak nitelendirilen Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Ukrayna’nın da Rusya’ya karşı varoluşsal mücadelesi sürerken; Darya Dugina adlı genç bir kadın, Moskova yakınlarında seyir halindeyken aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti.
Bu suikastın sürdürülen bir savaş ya da dış politika üzerindeki olası etkilerini ve doğuracağı sonuçları uzmanlara bırakıyorum. Ama suikast haberlerinde mesleki tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki; suikasta ilişkin son bir haftada çıkan haberlerin önemli bir kısmı, sorulara yanıt vermekten çok, daha fazla soru üretiyor. Oysa haber olayla ilgili sorulara yanıt vermek içindir. Daha fazla soru sormak için değil. Servis edilen her iddia da bazen sorunu çözmek için değil çözümsüz bırakmak içindir.
***
Dünya medyası, Darya Dugina’yı, “Ukrayna’nın işgalini savunan, aşırı milliyetçi ve Batı karşıtı görüşleriyle tanınan Rus siyaset uzmanı Alexander
İnsanlar hayatın hemen her alanında, birçok konuda, inançları, düşünceleri, mevcut kurulu düzenleri sarsılmasın diye, kendilerine rahatsızlık veren gerçekleri, inkar etmeye ya da yalanlamaya daha mı yatkın oluyor? Bu soruya bilişim uzmanları ve felsefeciler “evet” diyor.
Bunun en çarpıcı örneği iklim krizi ile ilgili gelişmelere insanların verdiği tepki. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Son birkaç yıldır yaşadığımız olağanüstü sıcak ve kurak yazlar kümesinin hepimiz farkındayız. Aşırı yağışların, kuraklığın, orman yangınlarının, salgın hastalıklarının iklim krizi felaketinin bir sonucu olduğunun da bilincindeyiz. Dünyanın birçok yerinde yaklaşık son iki aydır kayda değer bir yağış görülmediğini ya da Amerika’nın batısının 1200, Avrupa’nın ise 500 yılın en kötü kuraklığıyla karşı karşıya olduğunu da biliyoruz. Türkiye’de geçen yıla oranla yağışların yüzde 55 azaldığını da...
Fakat küresel krizin bir sonucu olan bu vahim tabloyu, sadece bir “durum saptaması” gibi algılıyoruz. Ama eğer bu
Dünya medyasında çıkan sağlık haberlerine baktığınızda, bilim dünyasının özellikle de tıp alanında olağanüstü bir yol kat ettiğini görmek mümkün. Daha bilinçli, daha sağlıklı, daha uzun ömürlü insana yatırım yapan muazzam gelişmeler… Peki bunların hepsi zenginler için mi? Uluslararası sağlık örgütlerinin raporları öyle olduğunu gösteriyor. O raporlar emekçi insanların yaşamını önemsemeyen, bu insanların çözülebilir sağlık sorunlarını dahi çözümsüz hale getiren meslek hastalıklarının verileriyle dolu.
Mesela Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) dünyada her yıl 2,3 milyondan fazla işçinin iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitirmesini “gizli bir salgın” olarak adlandırıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre de dünyada her yıl 11 milyon “yeni meslek hastalığı” vakası meydana gelmekte…
Oysa her iki kurumda; dünya, insan hayatına önem veren sağlık politikalarıyla şekillense bu ölümlerin
Yıl 1960. Samsun Kavak’ta yaşları 12-14 olan üç çocuk yargı karşısına çıkar. Pazaryerinde birkaç kişinin cebinden bir miktar para çaldıkları gerekçesiyle… Çocuklar suçlarını itiraf eder. Savcılık makamı kamuya açık yerlerde birden fazla kişinin cebinden para çalınmasının cezayı artırdığı gerekçesiyle her biri için 20 yıl hapis ister. Çalmak suçundan üç çocuğun her birine 11 yıl hapis cezası verilir. Davaya bakan emekli Hâkim Mehmet Tural, verdiği kararın ağırlığını daima taşıdığını anlatırken şöyle demişti: “Onlar daha suçun ağırlığını bilmeyecek kadar çocuktu ve ben vicdanen rahatsız olmuştum. Kanunu zorladım; oradan indiriyorum, buradan indiriyorum, takdir hakkı diyorum, şu yasaya göre, bu hükme göre diyorum, yine de 11 seneye kadar ancak indirebildim.”
Fakat savcı cezayı az bulur ve karara itiraz eder. Yargıtay kararı bozar ve dosya tekrar hâkim Tural’ın önüne gelir. Hâkim Tural, kararında direnir. Dosya tekrar Yargıtay’a gider. Yargıtay Ceza Genel Kurulu
Çocuk dokuz yaşında...
Babayı tanımadı. Anneyle yaşamadı. Nasıl hangi koşullarda büyütüldüğünü bilmiyoruz. Anneyle tek bir kare fotoğrafı yok. 6 yaşına kadar anneannesi baktı. Okula gönderilmedi. Üç yıl önce anneanne ölünce teyze tarafından kaçırıldı. Ve bu çocuk, fırlatılıp bir köşeye atılan değersiz bir eşya gibi, teyzenin çöple doldurduğu evin kilitli olan odasında bulundu...
Bu çocuğun dışkıyla, yiyecek artıklarıyla, çöple dolu bir odada bulunduğu anı gösteren fotoğrafı kanımca ülkenin en ‘kanlı’ fotoğrafı... O fotoğraf akli dengelerini yitirmiş, nefret dolu, hastalanmış bir toplumun duygularının ve kurumsal çürümüşlüğünün de dışa vurumu.
Medya haberi “vicdansız teyze” olarak verdi. Çocuğunu terk edip başka bir şehre yerleşen annenin çocuğunun kaçırıldığı iddialarını yazmakla yetindi, iddiaları araştırmadı, ilgili kurumlara soru sormadı. Dolayısıyla iki kız kardeşin ve çocuğun hikayesini tam olarak bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, küçücük bir
Haber peşinde koşuşturan meslektaşlarımın kendim de dâhil, zaman zaman umutsuzluğa kapıldığı anlar oldu. Çünkü bir gazeteci için en kötü şey, onca emek verdiği bir haberin sansüre uğramasıdır. Ama bundan daha da kötü olanı gazetecinin kendi haberini kendisinin sansürlemesidir. “Nasıl olsa yayımlamazlar” algısıyla haberi görmemek, yok saymak, araştırmamak, sümen altı etmek hemen her dönemde mesleği kemiren vahim bir soruna dönüştü.
Oysa basın tarihi, en zor koşullarda bile mesleğini hakkıyla yapan, toplumsal hafızamızda yer edinmiş muazzam gazeteciler armağan etti bize. Onlar gerçeklerin peşinden koştuğu için öldürüldü, hapse atıldı, itibarsızlaştırıldı, işten çıkarıldı ama yazmaktan asla vazgeçmeyen gazetecilerdi. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hrant Dink başta olmak üzere yüzlerce aydın, yazar, gazetecinin öldürülmesinin acısını yaşadık. Tabii bazen onlara rağmen tarih zamanın koşullarına yenik düşebiliyor. Anlam ve önemini yitiriyor. Türkiye medyasında “24 Temmuz” böyle bir
Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo, ABD’de Harvard Kennedy Okulu’nun yayımladığı Journalists’ Resource’da yer alan “Medya katliam görüntülerini yayımlamalı mı?” sorusuna yanıt arayan bir çalışmaya yer verdi. Bu, özellikle ABD’deki son katliamların ardından medyanın içinde alevlenen tartışma. Bir grup gazeteci ve akademisyen, kanlı görüntülerin toplumu şoke edip harekete geçirdiğini, silah denetimlerinin artırılması için siyasetçilerin harekete geçirilmesi için bu toplumsal şokta kamu yararı olduğunu savunuyor. İkinci gruptakiler ise bu tür görüntülerin toplumu katliamlara karşı hissizleştirdiğini, “akla hayale gelmez bir şiddeti normalleştirdiğini” savunuyor. Bu görüştekilere göre katliam görüntüleri, gelecekte benzer silahlı saldırılara girişebilecek kişileri de tetikleyebilir. Journalists’ Resource’e göre, “Katliam görüntüleri yayımlanmalı mı yayımlanmamalı mı?” sorusuna doğru ve sağlıklı yanıt alabilmek