Küresel salgınlar bitmedi ama bitmiş gibi davranışlar sergiliyoruz… Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına baktığınızda, dünya hayli hasta ve yeni salgınlara da hazır değil.
Mesela bu son bir hafta içerisinde küresel olarak 3 milyondan fazla yeni vaka ve 10 bin ölüm vakasıyla Kovid hâlâ can alıyor. Afrika bölgesinde sarıhumma 13 ülkeye yayıldı. Sarıhummanın yayılması, çoğalması, düşük nüfus bağışıklığı, nüfus hareketleri, viral bulaşma dinamikleri, iklim ve çevresel faktörlerin olası etkileri konusunda hiçbir bilgimiz yok. Peki, kolera vakalarının ve kolera ile ilişkili ölümlerin küresel olarak coğrafi dağılımlarına göre artış gösterdiğini biliyor muyuz? Hayır! Oysa kolera vakalarını rapor etmeyen onlarca ülkede baş gösteren salgınlar hayli endişe verici. Geçen yıldan bu yana Fransa, İrlanda, Hollanda, İsveç gibi ülkelerde görülen 10 yaşın altındaki çocukları etkileyen, kızıl hastalığı vakalarında da bir artış gözlemlenmekte. Sudan’da ebola yine gündemde…
***
İçerisi oldukça kalabalıktı. Ve olabildiğince sessiz…
81 ilden gelen vali yardımcıları, kaymakamlar ve emniyet mensupları bir toplantı salonunda bir araya geldi. Bazılarının elinde kâğıt-kalem, kendilerine verilecek insan hakları eğitimi seminerinin başlamasını bekliyordu.
2002’de Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Eylem Planı çerçevesinde mülkî idare amirlerine yönelik başlatılan bu bir yıllık insan hakları eğitim programında konuşmacılardan biri de felsefeci Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ydi.
Kuçuradi, seminere bir soruyla başladı. Ve dedi ki: “Sizce insan onuru nedir?” Haysiyet, şeref, namus gibi kavramlar havada uçuştu… Mülki amirlerin hemen her biri “insan onuru” kavramını kendi varlığı, ailesi, işi, uğradığı mağduriyetler üzerinden açıklıyordu.
Kuçuradi bir sessizlik anını bekledi: “İnsan onuru başkasının başına gelen bir olay karşısında, sizin nasıl bir tutum sergilediğinizle ilgilidir. Biz, insan onurunu uğradıklarımızla değil, yaptıklarımızla koruruz.”
O anda, o salonda bir gazeteci olarak bulunduğumu unuttum. Her
Medya birkaç gün sonra şöyle yazacak: “Bir yılı daha geride bıraktık…” Ve artık bütün iyi temenniler gelecek yıl içindir. Tabii işler temenniyle çözülmediği gibi, yılı nasıl geride bıraktığımız da önemli. Çünkü her yeni yıl, geride bıraktığımız yılların ve o yıllardan kalan sorunların bir toplamı olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Mesela bazı haberlere bakınca anlıyorsunuz ki; önümüzdeki yıllarda sığınmacılar ya da mültecilerin “uyum” sorunu ülkenin en önemli sorunlarından biri haline gelecek.
Hatırlarsanız geçen yıl kendisini “eğitimli” Afgan gazeteci olarak tanıtan ve bu ülkeye yerleşen bir Afgan, video yayınladı ve Türkiye’nin yaşam biçimini, kadınlarını hedef alan ağır ifadeler kullandı. “Google’a Türkiye yazınca karşınıza çıplak kadınlar çıkıyor” diyerek... Bu haddini aşan ifadeler tartışılırken Türkiye’ye yerleşen Suriyeli bir adamın 13 yaşındaki bir kız çocuğunu istismar etmesini görmezden geldik: Çocuğun doğum yapması
Hak ihlalleri bütün zamanların sorunu. Ve bütün ülkelerin. Dünyanın herhangi bir yerinde, farklı şekillerde, o ülkelerin siyasi iklimine uygun gerekçeler ve çeşitli yaptırımlarla karşımıza çıkar. Amerika’da, İngiltere’de, Afganistan’da, İran’da, Türkiye’de, Yunanistan’da, Sudan’da, Rusya’da, Çin’de, her yerde… Dünyanın her yerinde varlığını hissettiren, hiç bitmeyen ihlaller…
Her mağduriyet görünür kılındığı ölçüde bertaraf edilebilir, ama hak ihlallerinin en dehşet verici yanı haksızlığa uğrayanların görünmediği, yok sayıldığı, sesini duyuramadığı anlardır. Tıpkı 1961 yılında, “özgürlük” kelimesinin bile yasaklandığı António de Oliveira Salazar iktidarında iki Portekizli öğrencinin, bir kafede özgürlük için kadeh tokuşturdukları gerekçesiyle yedi yıl hapse mahkûm edilmesi gibi…
***
Bu öğrenciler, 60 yıl önce seslerini kimseye duyuramadı. Ta ki, Peter Benenson adlı bir hukukçu olayı medyadan
Kişisel verilerimiz elden ele dolaşıyor. Bu nedenle ülkede dolandırıcıların ağına düşmeyen kalmadı gibi.
Bugünün teknolojisi, kişisel verilerimizi öylesine pervasızca kullanıyor ki, hepimiz can ve mal güvenliği bakımından ipin üzerinde yaşıyoruz. Kimlik bilgilerimiz, banka hesaplarımız, telefon ve adreslerimiz özelimize dair her şey her yerde, hiç tanımadığımız insanların elinde. Bu şu demektir; çalınan kişisel veriler ve kimlik bilgilerinizle adınıza her türlü işlem yapılabilir, banka hesabı açılabilir, yeni telefon hatları alınabilir, kredi çekilebilir, dolandırıcılık, şantaj interaktif bankacılık gibi yığınla işlem sizin üzerinizden gerçekleştirilebilir.
***
2016’da bilgisayar korsanları tarafından internete yüklenen bir veri tabanının, 50 milyona yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kişisel bilgilerini içerdiği haberlerinden kısa bir süre sonra kendisini komiser olarak tanıtan, kimliğini bilmediğim bir şahıs, beni, cesarete bakın ki çalıştığım kurumun telefonundan aradı. Sınırda yakalanan bir teröristin üzerinden kimliğimin çıktığını
Zamlar kapıda! Bugün bu fiyata aldın aldın, yarın iki katı.
Neden? Nedeni yok!
Oysa her şeyin bir nedeni vardır.
Dünyayı sarsan ekonomik krizden, paranın nasıl el değiştirdiğinden, o devasa şirketlerin sermayelerinin nerelere nasıl savrulduğundan ya da dünya siyasetine yön veren kapitalist çarkın nasıl işlediğinden söz edebilirsiniz. Ya da ekonomiyi, ekonomik krizleri; enflasyon, devalüasyon, dolar, borsa, ithalat ihracat endeksi, ekonometri, istatistik gibi kavramlarla anlatabilirsiniz. Ama bunların hiçbiri Türkiye’de bugün zamları, hayat pahalılığını açıklamak için yeterli değil.
Asıl mesele belki de paranın en kullanışsız olduğu yerde. Yani paranın toplumların bütün karakteristik davranışlarında, hayatla ilişkilerinde ya da ahlaki değerlerinin varoluşunda ya da yok oluşunda muazzam belirleyici bir rol oynadığından da söz etmek gerekmez mi?
Mesela gıda fiyatlarının neden hemen hemen her hafta mazottan, dolardan daha hızlı arttığını bilmiyoruz. Türkiye Gazetesi manşetine taşıdı: Et fiyatları normal seyrederken, işlenmiş et ürünlerinde fiyatlar 3 buçuk katına çıktı. Ne
Bazı gazeteciler haberi vermekle yetinir. Haberin arkasını görmez, habere konu olan kişi ya da kurumları, mevcut sistemi ya da işleyişi sorgulamaz, araştırmaz. Ama bazı gazeteciler de okuru bilgilendirmekle kalmaz, yaptığı haberlerle siyasi iradenin oluşumuna, yasaların değişmesine, ülkenin kalkınmasına, toplumsal gelişmeye katkı sunar. Kurumsal boşlukların, bürokrasideki eksik ya da hatalı kararların önüne geçilmesini sağlar. Ve elbette bu durum ortak bir bilinç gerektirir. Yani haberin kendisi sadece medyanın değil, hükümetlerin, kurumların, toplumların sorunlara yaklaşımı, duyarlılığıyla ilgili bir mesele haline gelir.
***
Tarih, içinde bulunduğu çağa katkı sağlayan bu tür haberlerle dolu. Bunun en iyi örneklerinden biri 1872’de New York Tribune’de çalışan gazeteci Julius Chambers’ın, bir akıl hastanesi hakkında yaptığı gizli bir araştırma. Chambers, dışarıdan bakınca yeşillikler içerisinde, huzurevini andıran bir akıl hastanesinde korkunç şeyler yaşandığı yönünde bir ihbar alır ve meslektaşlarının da yardımıyla on gün bu hastanede yatar. Hastalara
Önlerinden geçiyoruz. Bir çöp konteynerinin yanından geçer gibi geçiyoruz. Bazen o perişan hallerine bakıp üzülüyoruz bazen de ayakaltında dolaşıyorlarmış gibi rahatsız oluyoruz. Onlara manzarayı kapatan, şehrin silüetini bozan bir taş yığını gibi davranıyoruz. Ve aslında hiç görmüyoruz. Otobüs duraklarını, merdiven altlarını, kahve köşelerini, surları, parkları, bankları, köprü altlarını kendilerine mesken yapmalarını her defasında “dünyanın düzeni bu” kayıtsızlığıyla karşılıyoruz…
***
Sokakta yaşayan evsiz insanlar toplum için ya tinercidir ya uyuşturucu kullanıyordur ya da geçmişte, acıklı hikâyesi olan bir delidir. Medyada hatırlanmaları ve haber olmaları için kışın dondurucu soğuklarını beklemeliyiz. Belediyeler, çeşitli yardım kuruluşları ise onları sokaklardan kurtarmak yerine, yaşamlarını dönüp dolaşıp yine sokakta sürdürebilmeleri için geçici katkı sağlıyor. Biri montunu verir, biri ayakkabısını. Önlerine bir şilte atılır, bir tabak yemek konur. Hepsi bu! Ve bu kısır