1940’lı yıllar. Bertolt Brecht, “Lukullus’un Sorgulanması” adlı eserinde bize dünyanın yeniden sorgulanmasının neden gerekli olduğunu anlatır. Eser, General Lukullus’un ölümünden sonra “Öbür Dünya”da sorgulanışını konu alır. Alt sınıftan oluşan “Ölüler Mahkemesi”nin karşısına çıkan komutandan dünyada “iyi” ve “kötü” ne yaptıysa anlatması istenir. Hangisi ağır basarsa… İyiyse hayata yeniden başlayacak, kötüyse hiçliğe mahkûm edilecek.
General Lukullus, mahkemeye nasıl başarılı bir komutan olduğunu; Roma’ya kazandırdıklarını, şanını, şöhretini, madalyalarını, savaşlarla kazandığı zaferleri anlatır: “Şunu yaptım, bunu yaptım, orayı aldım, burayı yok ettim…”
Mahkeme tek bir soru sorar: “Peki insanlığını kanıtlayabilecek ne yaptın?”
Cevap veremez…
Tanıklar da dinlenir… Onlar da komutanın neden olduğu trajediden, savaşın yıkımından insanlara çektirdiği acılardan söz eder. Fakat orduda görev yapan bir aşçı, bir seferden dönerken
Ülkenin bütün dengelerini bozacak büyük bir yıkım yaşadık. Ortak aklın hukukuyla hareket eden insanlar, deprem mağdurlarına elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyor. Buna rağmen hâlâ tuhaf tartışmaların, ayrışmaların, hesaplaşmaların içinde boğuluyoruz. Çok konuşuyoruz. Oysa bizim sadece çözüm üretmek, felaketi sessizce omuzlayıp, bir an önce işe koyulmak gibi bir derdimiz olmalı.
Bu yaşadıklarımıza bakınca; yıkılmış bir şehri ya da şehirleri yeniden ayağa kaldırmak ne kadar mümkün bilmiyorum… Mesela o yıkık şehirlerin ruhunu dokusunu, kimliğini, kültürünü geri getirebilir misiniz? İşini, aşını, geleceğini…. Belki de dünyada doğal felaketlerle ya da savaşlarla yok olan şehirlerin yeniden nasıl ayağa kalktığını ya da ayağa kaldırmak isterken nerede nasıl hatalar yapıldığını da artık haberlerimize konu etmeliyiz.
Hatırlarsanız, 2004’te Endonezya’da yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan ve tsunamiye yol açan depremde, tıpkı Hatay gibi Aceh şehri de tamamen yıkıldı. 463 yerel ve uluslararası
Sanırım büyük felaketten hepimizin zihninde yer edinen bazı görüntüler, çok sayıda da fotoğraf kaldı. Mesela arama kurtarma çalışmalarına katılan madencilerimizin ellerinde odunlarla gelip, yüzlerce insanın hayatını kurtarması gibi… Mesela Çinli arama kurtarma ekibinin enkazın üzerindeki cenazelerin önünde baretlerini çıkarıp saygıyla eğilerek selam vermesi, cenazelerimizi merasimle uğurlaması gibi…
Ve depreme dair her fotoğraf her haber, felaketten sonra o yaraları sarıp sarmadığımızdan ne yapıp neyi yapmadığımızdan çok, neden hiç önlem alamadığımız sorusuna yanıt vermemizi gerektirecek bir durumla bizi karşı karşıya bırakıyor. Ve yine anlıyorsunuz ki; depremin büyüklüğü ne olursa olsun hâlâ öğrenmemiz, ders çıkarmamız gereken daha çok şey var. İnsana ve yaşam hakkına saygı, belli bir kültüre, bilince ve değerlere sahip olduğumuz sürece var.
***
Seksen yılı aşkın bir süredir deprem bilimcilerden siyasetçilere, bakanlıklardan kamu kurumlarına, üniversitelerden uluslararası kuruluşlara kadar
Bazı insanlar, hangi olay, durum ya da büyük bir felaketle karşı karşıya kalırsa kalsın, kötülüğü sıradanlaştırıp iyiliği de gösteriye dönüştürebiliyor. Bilgiyle eğitilen, tecrübeyle öğrenen insanlar olmayı başaramadığımız için belki de… Filozoflara göre de “Siz neyseniz, dünya odur. Görmek hiçbir sanısı, hiçbir kuralı olmayan bir zihin gerektirir.”
Bu, dünyanın her yerinde böyle! Dolayısıyla yaşadığımız büyük deprem felaketinin görünen görünmeyen çok sayıda yüzü var.
Birincisi: Yerel yönetimlerin güçlendirilmediği yerlerde yıkılmış kentlerin orta yerinde; betonların arasında sıkışmış, kurtarılmayı bekleyen insanlara önce vatandaşlar yardım etti. Dondurucu soğukta, karanlıkta, enkazların başında bekleyen insanlar, sosyal medya üzerinden birbirleriyle iletişim kurarak yardım ağı, zincirleri oluşturdu. Twitter gibi iletişim ağlarında engellemeler yaşansa da, toplanan yardımların nerede nasıl dağıtılacağı konusunda kaos ortamı oluşsa da bu tür olumsuzluklar devletin, yerel
Birkaç yıl önce sosyal medyada bir kullanıcı, felsefe ile ilgili bir paylaşımda bulundu: “Antik Yunan’da felsefe ‘Ben kimim?’ sorusuyla başlar.” Bu paylaşımın altına biri, “Bizde durumlar farklı, biz önce ‘Sen kimsin?’ deriz” mealinde bir yorum yazdı. Sorunun önemi, yapılan yorumun da mizahı anlaşılamayınca yorumcu sayısı arttı ve bir anda paylaşım etnik kimlikler üzerinden bambaşka bir tartışmaya neden oldu… Sonunda insanın kendiyle tanışması meselesi “Sen benim kim olduğumu biliyor musun!” tarzında tehditkâr bir dile dönüştü!
Medyada da durum farklı değil!
Arabanın içinde Maltepe Üniversitesi’nden üç felsefeci Furkan Soltekin, Elif Şahin Hamidi, Elif Dilan Kara ve Esra Erşahin Soltekin’den yarım saat içerisinde ben dâhil birçok gazetecinin bazı kavramları nasıl yanlış kullandığımızı öğrenmenin şokunu yaşadım. Yani neredeyse kullandığımız her dört kelimeden, hadi insaflı davranayım ikisi hatalı. Öyle diyorlar. Mesela “algı yaratmak” gibi... Ne demek algı? Neyse ki bizi birbirimizin
Bir gazeteci için “kalem” çok önemlidir. O “kalem” topluma adaletsizliği, yolsuzluğu, üzeri kapatılan cinayetleri, kimsenin dokunamadığı uyuşturucu ve silah tacirlerini, gizlenen belgeleri, toplumun geleceğini ipotek altına alan siyasi kararları, hukuksuzluğu, hak ihlallerini anlatabilmenin en önemli aracıdır. Dolayısıyla gazetecilere sıkılan her kurşun, gerçekte düşünceyi, özgürlüğü, demokrasiyi, ülkenin geleceğini susturmayı hedefler.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve başyazarı Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da aracında kurşun yağmuruna tutulduğunda üçüncü kurşun, kalbinin üzerinde, ceketinin iç cebindeki kalemi parçaladı.
İpekçi davasının peşini bırakmayan, yıllarca derin devleti araştıran, mafyanın siyasilerle ilişkilerini, cinayetlerin faillerini, azmettiricilerini teşhir eden gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te bombalı bir saldırıda hayatını kaybettiğinde de ceketinin içindeki dolmakalem ikiye ayrılmıştı.
***
Peki, o kalemleri susturabildiler mi? Asla!
Artık biliyoruz ki; ne yaparlarsa yapsınlar
Türkiye farklı inanç, farklı kimlik, farklı yaşam kültürlerine sahip olan herkesin yaşam hakkını koruyan bir hukuk devleti midir sorusuna adalet sistemimiz hâlâ yanıt veremiyor.
Bir gazeteci ırkçı, düşünceye, inanca, demokrasiye, farklılıklara düşman saiklerle işlenmiş siyasi bir cinayet davasının peşini bırakabilir mi? Üstelik yıllarca gerçeği ortaya çıkaracak belgeler, bilgiler, sorular, tanıklar adaletin kapısında bekletildiği ya da adaletin kapısı zaten gerçekleri içeri almamak üzerine inşa edildiği halde! Bu Kafkavari soruya yanıt vermeden önce, 16 yıl öncesine dönmek istiyorum. 19 Ocak 2007’de Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink öldürülmeden bir gün öncesine…
***
Saat 20.00 sıraları... Aşırı milliyetçi, ırkçı yapılanmaların hedef tahtasına koyduğu Hrant Dink’le Beyoğlu’nda bir restoranda karşılaşıyoruz; huzursuz gibi yine de gülümsüyor. “Sana yarın bir yazı göndereceğim, ama hemen kullanma” diyor.
19 Ocak 2007... Saat 13.58... Hrant Dink’ten bir e-posta
1976 Boston’da bir karakol... Papaz John Geoghan, çocuk tacizi nedeniyle gözaltına alınır. Ancak yüksek rütbeli bir din adamı devreye girer ve ailenin şikâyetçi olmasını engeller. Ardından bölge savcı yardımcısı karakola gider. Olayın basına duyurulmasını engelleyerek, tacizci din görevlisinin serbest bırakılmasını sağlar. Oysa o tarihlerde The Boston Globe gazetesinde çalışan gazeteci Walter Robinson’a da cinsel istismarda bulunan 20 rahibin yer aldığı bir liste gönderilmiş, Robinson da olayı araştırmamıştır.
***
25 yıl sonra, 2001 yılında, The Boston Globe gazetesinin başına Yahudi asıllı Amerikalı gazeteci Marty Baron getirilir. Baron’un kendi gazetesinde okuduğu küçük bir haber dikkatini çeker. Haberde Papaz John Geoghan’ın küçük çocukları taciz ettiği, Boston Başpiskoposu Kardinal Bernard Law’ın ise bu olayları görmezden geldiği iddia edilmektedir.
Baron, bu haberin altını çizer ve gazetede başında yine Walter Robinson’un olduğu dört muhabirden oluşan Spotlight ekibini bu hikâyeyi araştırmakla görevlendirir.