Göz alabildiğince uzanan bir bağ. Ortasında kurulmuş sahnede İzmir Filarmoni Orkestrası. Şef Gürer Aykal yönetiminde rüya gibi bir konserde davetliler büyülü bir gece yaşıyor
Bir süredir turizmin çeşitlenmesinden bahsediyoruz. Turizmin önemli bir ögesi gastronomi hâline geldi. Sadece ünlü, bol yıldızlı şef lokantaları değil aynı zamanda yerel lezzetler, sokak yemeklerinden çiftlik deneyimlerine kadar uzanıyor. Artık insanlar yerel mutfak kültürünün köküne kadar gitmek istiyor, dalından koparılmış ürünlerle yapılan yöresel lezzetlerin peşine düşüyor. Üzümün tadına bağda varmak, salatasındaki domatesin biraz önce bostandan koparılmış olmasını bekliyor. Şehir hayatının temposundan bunalanlar toprakla daha yakın olmak, doğayla yeniden bağ kurmak istiyor. İnsanların yeni deneyimlere ihtiyacı var. Deniz-kum-güneş tatili çalışmaya ara verip biraz tembellik yapmak için çözüm olamıyor çünkü her şey dâhil sistemindeki devasa oteller insanı dinlendireceğine kalabalık ortamıyla
Turizm sektöründeki çeşitlenmeye oteller de ayak uydurmaya başladı. Artık oteller başta gastronomi ve sanat olmak üzere farklı alanlarda öne çıkmaya çalışıyor
Bir zamanlar ünlü oteller bulundukları kentin en önemli buluşma mekânları olur, kentin en önemli baloları, toplantıları bu otellerde düzenlenir, jet-sosyete, ünlü yıldızlar, lüks otellerde boy gösterirdi. İstanbul’da 130 yıllık tarihi Pera Palas ya da modern otellerin ilk örneği Hilton gibi mekânlar zamanında sosyal hayatın merkezi olmuş, kentin belleğinde yer etmiştir. Kent dışı oteller ise klasik deniz-kum-güneş turizmi yerine farklı spor imkânları ve sağlık hizmetleri sunan, golf sahalarından lüks Spa imkânlarına sahip olan tesislere dönüşüyor. İşte bütün bunları bünyesinde toplayan İsviçre’de The Dolder Grand Oteli geniş bir yelpazede pek çok farklı deneyim yaşatmasıyla bütün ödülleri topluyor. Zürih’e tepeden bakan bir konumda 1899 yılında Jacques Gras mimarisiyle şato tarzında inşa edilen tarihi otel,
İtalyan lezzetleri her yerde aranıyor, seviliyor. Ancak İtalyan lezzetleri her zaman aynı kalitede ya da özgünlükte olamıyor. Peki, kalite nasıl kontrol edilecek? İtalya’nın bu konuda geliştirdiği kalite sertifikası sistemi örnek alınacak bir model
Bütün dünyada en popüler olan mutfak kuşkusuz İtalyan mutfağı. Bugün neredeyse dünyanın her ülkesinde İtalyan lezzetlerine rastlamak mümkün. 5 yıldızlı otellerde yer alan restoranlardan biri mutlaka İtalyan mutfağı oluyor. Bir zamanların fakir göçmen mutfağı dünyayı fethetmiş durumda. Adı İtalyancaya benzeyen ürünler bile piyasada daha çok satıyor. Bizim zeytinyağı markalarımızın çoğu ya İtalyanca ya da İtalyancaya benziyor. İtalyancayı taklit etmek bile başarının yarı garantisi gibi. Son Eurovision şarkı yarışmasında Estonya’nın “Espresso Macchiato” şarkısı bunu ispata yetti. Sözleri anlamsız, New York Brooklyn’deki İtalyan göçmenlerin Broccolino denen kırık dökük İngilizcesine benzeyen, aralara İtalyanca kelimeler serpiştirilmiş şarkı dünyada viral oldu. Üstelik
Bitki çeşitliliğimiz benzersiz bir zenginliğe sahip. İstanbul Salt Beyoğlu galerisinde “Anadolu’nun Bitki Mirası” sergisi bu şaşırtıcı zenginliği ortaya koyuyor. Sergi 10 Ağustos’a kadar doğaseverlerin ziyaretine açık.
Salt Beyoğlu’daki mutfak alanında açılan “Anadolu’nun Bitki Mirası” sergisi, American Society of Botanical Artists tarafından hazırlanan ve 30 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen Botanical Art Worldwide 2025 programı kapsamında düzenlenmiş. Sergi, 2005’ten bu yana floristik botanik alanında araştırma ve eğitim projeleri yürüten Flora Araştırmaları Derneği bünyesindeki Bitki Ressamları Topluluğu (BİRET) tarafından hayata geçirilmiş. Türkiye’den 47 bitki ressamının 80 çalışmasını içeriyor.
Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır var olan, hayıtımızda mutfağımızda, soframızda bulunan, halk tababetinde yeri olan bitkiler serginin odak noktası. Seçkide tarımı yapılan tahıllar, tarla ürünleri, sebze ve meyveler kadar şifa veya farklı amaçlarla kullanılan bitki türleri de yer alıyor. Tüm bu bitkiler bitki
Annelere verilen en güzel hediye bir demet kır çiçeğidir. Bir anne için çocuğunun kendi elleriyle topladığı çiçeğin yerini hiçbir şey tutamaz. Anneler Günü’nde soframızı da çiçekli lezzetlerle donatabiliriz
Çiçekler soframıza her zaman ayrı bir neşe katar. Özel günlerde sofrayı vazolarda çiçeklerle donatmak içimizi açar. Elbette çiçeklerin yenilebilir olanları yemeklere de giriyor. Osmanlı mutfağında Fatih döneminde salatalara gül yaprakları ve envai çiçekler konurmuş. Topkapı Sarayı helvahanesinde çiçekli şerbetler, çiçekle yapılan şekerlemeler, çiçek özleri, çiçek özleri ile lokumlar hep yapılırmış.
Çiçekleri taze taze kullanmak çok güzel ama o güzel kokularını muhafaza etmek için kurutmak da mümkün. Özellikle lavantayı düşünün. Kuruduğu zaman aylarca kokusunu korur, elinizle hafif ezdiğinizde o mis gibi kokusunu hissedersiniz. Keza gül yaprakları da kuruyunca mis gibi
25 Nisan günü Manisa’da geleneksel Mesir Macunu Saçma Töreni’nde gökten şeker yağdı. Macun yapma geleneği Türk kültüründe Orta Asya geçmişine, hatta şekerin bilinmediği zamanlara uzanıyor.
Macun Anadolu’da köklü bir geçmişe sahip. Çocukluğumuzda rengârenk şeker macunu satan sokak satıcılarını kim hatırlamaz. Mahallede “Macuncu geldi” sesi yankılanınca, bütün çocuklar bahşiş koparmak için ninelere, dedelere koşardı. Macuncunun renk kartelası gibi tablasından çubuğa doladığı şeker çocuklar için tam bir mutluluk kaynağı olurdu. Lolipop öncesi zamanların bu sokak lezzeti kaybolmak üzere.
Nevruz zamanı çimlendirilen buğday, yemyeşil boylanınca buğday çimleri kesilip kıyılır, preslerde öz suyu çıkarılır, bu öz su kaynatılarak koyuca bir macun elde edilirmiş. Buğday çimi doğal olarak şeker içerdiğinden hiç şeker veya bal gibi bir tatlandırıcı eklenmeden yapılan bu macun, amber rengi katı pekmez gibi olurmuş. Nevruz gününe hazır edilen bu macunu özellikle
Baharın güzel filizi kuşkonmazın tam zamanı. Halk arasında şifalı kabul edilen yabani kuşkonmaz pazarlarda en revaçta otlar arasında. Tarlada yetişeni de piyasaya çıktı, marketlerde boy gösteriyor. Yabanisi olsun tarla kuşkonmazı olsun, hepsi baharın tazeliğini taşıyor, tadıyla ferahlatıyor, sofralara bahar neşesi katıyor
Kuşkonmaz, tarih boyunca zengin fakir herkesin gözdesi olmuş. Topraktan boynunu uzatan bu narin filiz, alçak gönüllü yabani hâliyle köylerde herkesin mutlaka toplamaya gayret ettiği bir ot. Halk arasında mevsimin ilk filizinden bir demet olsun yiyenlerin yıl boyu tüm hastalıklardan korunacağına inanılıyor. Her yörede ismi farklı ama şifasına olan inanç aynı. Acı filiz, filiz, sarmaşık, tilkişen gibi adlarla anılıyor. Kıbrıs’ta kuşkusuz en sevilen ot olan yabani kuşkonmaz, ayrelli adıyla biliniyor. Ayvalık civarında izmila, avronyes gibi isimler kullanılabiliyor. İsimler farklı olsa da mevsiminde herkesin bir kez yumurtalı soğanlı kavurmasını yaptığı ya da sadece haşlayıp limon ve zeytinyağı ile yediği bir lezzet. Üstelik genelde pazarın en pahalı satılan otu olmasına rağmen.
Bahar bayramları birbiri ardına kutlanıyor. Ortak noktaları neşe. Rengarenk yumurtaları gözleri şenlendirirken, birbirinden güzel çörekler, pastalar sofraları süslüyor. Pastane vitrinleri çikolatadan, şekerden yapılmış rengarenk yumurtalarla doluyor.
Paskalya Hristiyan dünyasının en renkli bayramlarından. Hazreti İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirilişinin kutlandığı bu bayramın en tipik simgesi ise yumurta. Aslında, yumurtanın sembolizmi, tüm bahar bayramlarında karşımıza çıkar; yumurta, hayatı ve yeniden doğuşun simgesi olarak tabiatın yeniden canlandığı bahara çok yakışır. Paskalyadan önceki uzun perhiz döneminde, her türlü hayvansal gıda yemek yasak olduğundan perhizin bitmesiyle Paskalya Bayramı’nda yumurta, et, süt, peynir gibi yiyecekler sofraya bol bol geliyor. Gene bu nedenle pek çok ülkede tıpkı bizim Kurban Bayramı gibi bayram yemeği kuzu oluyor. Osmanlı döneminde Hıdırellez’den önce kuzu yenilmez, baharın ilk kuzu yemeği Hıdırellez günü yenirmiş.
Sakız-mahlep uyumu
Bu tür gelenekler tüm bahar