Değerli okurlarım artık hiç kimse meydanlarda, televizyonlarda, “Her şeyi siyasi iradeden bekliyorlar!” diye şikayet edemez. Çünkü artık “siyasi irade” döbeti devir aldı...
Bundan böyle:
Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin koruyucusu siyasi irade olacaktır,
Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi siyasi irade olacaktır.
Demokrasi, içeride; siyasi partiler arasındaki veya sağ sol, dinci laik, Kürt Türk çatışmaları ile işleyemez duruma düşerse demokrasinin kurtarıcısı siyasi irade olacaktır,
Geçmişte olduğu gibi demokrasi dışarıdan; komşularımızın, düşmanlarımızın veya müttefiklerimizin desteğinde bir kasıtla karşılaştığında bunun da engelleyicisi siyasi irade olacaktır,
PKK ile mücadele de ağırlıklı olarak polis içinde kurulacak yeni özel harekat birlikleri eliyle siyasi irade tarafından yürütülecektir.
Değerli okurlarım, yazacak çok konu var. Hangisini seçeyim. Türkiye, Öcalan ile Türkiye topraklarında “özerklik kamuflajında” kurulmak istenen bir Kürdistan “Devletini” müzakere ediyor!...
Futbolda şike davası, aynı zamanda borsada binlerce kişinin de takım şirketleri hisselerinin manüplasyonu ile dolandırılmış olabileciği şüphesi ile gelişiyor.
Tutuklu milletvekillerinin kolaylıkla çözümlenebilecek “acaip” durumları, bir sorun olmaktan çıkıp ulusal bir siyasi krize dönüşüyor!...
Profesör Yılmaz Esmer‘in yönettiği Türkiye Değerler Araştırması, Türkiye’nin, yaşadığı çağla olan bağlantısının kopmakta olduğunu tüm çıplaklığı ile gösteren üzücü sonuçlar sergiliyor!
* * *
Bugün bu önemli konuları bırakıp hızla değişen enonomik resmi irdelemek istiyorum.
Değerli okurlarım, 1994’den bu yana Türkiye 5 tane ciddi kriz yaşadı. Bunlardan 4 tanesi Türkiye’nin kendi krizleri idi. Daha doğrusu gelişmiş ülkeleri “teğet dahi geçmeyen” krizlerdi. Bu dört krizin yılları şunlardı: 1994, 1998, 2000 ve 2001. Bir de sanayileşmiş ülkelerin yaşadığı, daha doğrusu, Amerika’da başlayıp domino etkisi ile bütün sanayileşmiş ve sanayileşmekteki ülkelere bulaşan küresel kriz.
Değerli okurlarım, eski Yunanda “Polis” sözcüğü “kent” demektir. Bizim dilimizde ise sivil otoriteye bağlı kentlerde asayişi korumak üzere kurulan güçtür “Polis”. İngilizce’de kullanımda genellikle “Police Force” diye geçer. “Polis Gücü” (Şehir gücü) anlamındadır. Amerika’da da, diğer medeni ülkelerde de polis sadece kısa menzilli silahlarla donatılmışlardır. Özel güçleri de dahil olmak üzere kentlerde görev yapar. Bu ülkelerde polisin kırsal terörle mücadelede yeri yoktur.
Amerika’da İkiz Kulelere yapılan saldırıdan sonra kurulan “Department of Homeland Security” adlı yeni bakanlığın da emrinde istihbarat (Gizli Servis) örgütü vardır ama polis gücü yoktur.
Şimdi bizim polis teşkilatında ağır silahlarla donatılmış şehir dışında PKK ile mücadele edecek “Özel Harekat Birlikleri” oluşturacağımız anlaşılıyor. Doğrusu bunua normal düşünce çatısı altında anlam veremiyorum:
1. Öncelikle 1980 öncesinde “Pol-Bir” ve “Pol-Der” oluşumlarını unutmayalım. Ordu ve polis birliklerinin birbirleri ile mücadelesi ihtimalinin nasıl bir risk oluşturacağını düşünelim!
2. Ordumuzun Özel Harp Dairesi var, komando birlikleri var. Profesyonel askerlerden oluşmuş “uzman çavuş” kadroları var.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç 12 Ocak 2009 da, Deniz Feneri Derneği’nin Filistin halkına yardım amacıyla düzenlediği kermesin açılışını gerçekleştirdiriyordu. Haberi veren medyaya göre Arınç, Kocatepe Kültür Merkezi’ndeki açılışta yaptığı duygulu konuşmada, Deniz Feneri Derneği’ni aklayan şu sözleri söylüyordu:
“Almanya’da yaşanan olay bir tarafa ama Türkiye Deniz Feneri, bugüne kadar hizmette bulunan kardeşlerimizin kılı kırk yararak kanunlar çerçevesinde yüzyılın bir insanlık hareketi olarak sürdürdüğü bir hizmettir.”
Habere göre Bülent Arınç kermesin açılışında yaptığı konuşmada, “Baltalama hareketlerinin başarısızlıkla sonuçlandığını, iyilikten başka hiçbir şey bulunamadığını” iddia ediyordu.
Derneğin hizmetlerini arttırarak devam ettireceğine olan inancını dile getiriyor, Deniz Feneri’nin topladıklarını ve dağıttıklarını internet sitesinde halkın dikkatine sunduğunu söylüyordu. Arınç, “Yanlış bir iş yoktur. Hatalar düzeltilmiştir. Herkesin verdiği herkese ulaşmıştır. Bugün Türkiye’nin bütün köylerinde kasabalarında Deniz Feneri’nin yardımıyla hayatını sürdüren, proteze kavuşan, evine kavuşan binlerce insan var” diye konuşuyordu.
Değerli okurlarım, Almanya’da
Değerli okurlarım, geçen perşembe günü “Demokratik Toplum Kongresi” (DTK) adlı sivil toplum örgütü, Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik” ilan etti. Bunu DTK “Eş Başkanı” Aysel Tuğluk “Demokratik Özerklik İlan Belgesi”ni okuyarak gerçekleştirdi. Ben belgeden bir kaç cümleyi alıp gerçeklerle karşılaştıracağım:
1. Belge diyor ki Emperyalist güçlerden destek alınarak Türkler tarafından Kürtler’e karşı bir imha politikası yürütlmüştür: “Bu inkar ve imha politikası bugüne kadar acımasızca yürütülürken, Ortadoğu statükosu ve uluslar arası güçlerden de destek almıştır.”
2. Gene belge diyor ki, Kürt’çe anadiline karşı Türkler bir kültürel soykırım yürütmüşlerdir ve yürütmeye de devam etmektedirler: “Kürtçe anadiline karşı kültürel soykırım devam etmektedir.”
3. Ve belge diyor ki, PKK adına siyasi örgütlenme yapan KCK’lıların tutuklanmaları aslında Türkiye tarafından bir rehine alma işlemidir. Binlerce (masum) Kürt rehine olarak tutulmaktadır: “KCK gibi siyasi soykırım operasyonu sonucu binlerce insanımız rehine olarak tutulmaktadır.”
Musa Anter‘i tanır mısınız? Musa Anter Kürt bağımsızlık hareketinin 20’ci yüzyıldaki en etkili teorisyenidir. Musa Anter “Hatıralarım” adlı 2
Değerli okurlarım, bu gün eğitim üzerine yazdığım yazılardaki düşünceleri bir kere daha irdelemek istiyorum. Çünkü gene uzunca bir süredir laik/dindar, Kürt/Türk kırılımları ile ayrışarak çağın gerilerinde kalmış didişmelerle zamanı su gibi harcıyoruz. Kendi yarattığımız bir “Büyük devlet” eforisi ile avunup “Büyük Devlet/Büyük Millet” olmanın ilk şartı olan eğitimi tartışmıyoruz dahi. Halbuki gelişmiş ülkelerin kendi sorunları ile uğraştıkları bu yıllar bizim için sıçrama yapma fırsatı olabilirdi.
(Eğitim üzerine yazılarımı çok değerli bilim adamı George Washington Üniv. Prof. Emeritus, Dr. Ali Muhlis Kiper‘den aldığım ilham ile yazıyorum. ANK)
Yirminci yüzyılın son on yılına girdiğimizde (1991 başı) yazdığım bir yazıdan tekrar ve bir defa daha alıntı yapıyorum. Yazıda o yılların güçlü düşünürleri Naisbitt, Auburn ve Ohmae’nin bu konudaki fikirlerini irdeledikten sonra şöyle demiştim:
“Türkiye bu gelişmeleri ... iyi anlamalıdır. Kendi stratejilerini ve önceliklerini de onlara uygun olarak belirlemelidir. Hâlâ eğitimi ve eğitimciyi ikinci plana atıp çağı fiziksel gelişmelerle, insan kaynağımızın ötesine geçmeye çalışan büyük ve belki biraz da fantezi altyapı ve üst
Değerli okurlarım, artık biliniyor ki Türkiye Cumhuriyeti, PKK ile müzakere halinde. BDP, PKK’yı desteklediğini açıkça ifade etmekte. PKK’lı canlı bombaları anma törenlerinde BDP’li milletvekilleri, “30 yıllık mücadelede 18 bin gerilla yaşamını yitirdi. Bugün rahat siyaset yapmamızı bu arkadaşlarımıza borçluyuz” demektedirler. Konuya BDP bakış açısı ile bakıldığı zaman onların kendilerini haklı görüyor olduklarını biz Kürt kökenli olmayanlar da anlamalıyız.
Ancak benim merak ettiğim soru şu. Acaba BDP ve PKK Kürt kökenlilerimizin bütününü temsil ediyorlar mı? Acaba Kürt Kökenlilerimizin çoğunluğu BDP/PKK yönetiminde bağımsız bir Kürt devletinin idaresi altında Güneydoğu’da yaşamayı arzu ediyor mu? Eğer bu soruya “Evet” cevabı veriyorsanız o zaman nüfusun yüzde 20’sini teşkil eden Kürt kökenlilerimizin yarısı, seçimlere katılan tek “Kürt partisi” olmasına rağmen, neden BDP’ye oy verip de yüzde 10’luk barajı geçmesini sağlamıyor?
Tek yol halkoylaması
Bu soruyu doğru cevaplayabilmenin tek yolu, halkoylamasıdır. Bu halkoylaması Kürt kökenlilerimizin çoğunlukta olduğu illerde bir Kürt Devleti kurmakla ilgili olmalı. Ama Türkiye’nin bütününde yaşayan tüm Kürt
Değerli okurlarım, hiç şüphe yok ki duygulardan tamamiyle arınmış bir mantık, kuru, hatta bazen acımasız ve korkutucudur. Akıl ile duyguların, “kalp” ile “beyin”in birbirini dengelemesi doğru muhakemeye ve sağduyulu davranışlara temel teşkil eder. Ancak, duygular da bazen akla, mantığa ve muhakemeye yaman bir oyun oynar! Siz bir konuya kendinizi duygularınızla esir ederseniz, bir süre sonra o duyguları yöneten salgılar beyine hakim olur.
Şimdi gelin geçtiğimiz Cumartesi (2 Temmuz 2011) günü Milliyet’in 18’inci sayfasındaki bir habere bakalım. BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan konuşuyor. Hasip Kaplan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mezunu bir Avukat. Dört kitap yayınlamış. Avrupa Hukukçular Birliği’nin Türkiye Üyeliğini yapmış. İstanbul Barosunda Uluslararası Hukuk dersleri vermiş. Öz geçmişi değerli bir hukukçu ve bilim adamı olduğunu gösteriyor. Ancak medya’dan izlediğim Hasip Kaplan çok çabuk sinirleniyor. “Son çare”yi “ilk söyleme” özelliğine sahip. Besbelli ki duyguları ve vücut salgıları zaman zaman muhakemesini etkiliyor.
Bakın Cumartesi günkü Milliyet’te neler söylüyor. İyi tahlil edebilelim diye cümlelerini numaralıyorum:
1. “Sizin terörist dediğiniz