Rıza Çalımbay’ın çalıştırdığı Sivasspor, son yıllarda Fenerbahçe’ye hep arıza çıkaran bir takım oldu.
Sezona da 3’te 3 ile başlayan sarı lacivertli ekibe Kadıköy’de geçit vermeyen bir oyun oynamıştı.
Fenerbahçe Süper Ligin geri kalanından bir şeyler umut etmek istiyorsa artık her karşılaşmasını iyi oynamak ve kazanmak zorunda. Kazanırken de hem konsantrasyonunu, hem mücadele gücünü maçın tamamına yayarak oynaması gerekiyor.
Ancak sezonun daha ilk hazırlık karşılaşmasından itibaren gördüğümüz hep ya ilk yarısı ya da ikinci yarısında sergilenen 45 dakikalık oyunlar oldu.
Sivasspor maçı sezonun genel ortalamasına uygun başladı ve sonuçlandı.
Çok konsanstre, yüksek mücadelenin ortaya koyulduğu ve 1-0 önde tamamlanan ilk 45 dakika ile durumu idare etme gayretiyle oynanan, 1-0 kaybedilen ikinci 45 dakika gerçeği Fenerbahçe’nin Süper Lig özetiydi.
Kuşkusuz yazık oluyor.
Sivas çok zor bir deplasman, hele soğuk kış mevsimine denk gelirse oradan çıkılması daha da güç bir yere dönüşüyor. En ufak ayak temasının yarattığı acı soğuğun da etkisiyle kimbilir nasıl hissediliyor.
Fenerbahçe için bu sezon birkaç defa pozitif ayrımcılığa kaçacak yorumlar yaptım; sonuncusu Rizespor karşılaşmasıydı. Aslında çok önemli bir galibiyetti ancak takım olma özelliğini kullanamadığı için hem baş aşağı yuvarlandı, hem teknik direktörünü kaybetti hem de taraftar ile yönetim arasına büyük bir mesafe girdi.
İsmail Kartal önceki gün “tek başına” medyanın önüne çıktı ve kişisel bir ricada bulundu.
“Karşılaşmanın sonuna kadar takımı destekleyelim, moral bozacak bir ses çıkarmayalım.” Dedi.
Samimiyet ve içtenlik her zaman kazanır.
Fenerbahçe tribünlerinden bu ricaya olumlu karşılık gelmesi de taraftarı için takımın ne anlama geldiğini görmek bakımından önemliydi.
Bu açılan yeni sayfada kuşkusuz iyisi, kötüsü, olumlusu, olumsuzu ile artıları ve eksileri yaşanacaktı öyle de oldu.
Sezonun ilk hazırlık maçından bu yana Fenerbahçe karşılaşmaların 90 dakikasının tamamını oynama becerisi gösteremiyor.
Bazen ilk yarılar kiminde de ikinci yarılar heba oluyor, harcanıyor.
72. dakikada golü bulduğunda Fenerbahçe’nin kaleye çektiği tek bir şutu yoktu. Şutu bırakalım organize bir atağı bile...
Ferdi sol, Osayi de sağ bek olarak sahaya çıkmıştı.
Eleştirmek için değil, sadece meraktan soruyorum;
“İsmail Kartal sezona teknik direktör olarak başlasa ve diyelim ki Fenerbahçe’nin tüm savunma oyuncuları sakatlanmış olsa Ferdi ve Osayi’nin ikisini birden kenar beki oynatmayı aklına getirir miydi?”
Vitor Pereira’nın 3’lü oyun düzeninde Ferdi ve Osayi iki kenar oyuncusu olarak gerektiğinde savunmayı beşlemek üzere kanatlarda görev yapıyorlardı.
Osayi değil ama Ferdi özellikle hücumda çok iyi bir performans gösterdi. Osayi’nin de takımın mücadele gücünü yukarı çektiğini söylemeliyiz.
Fenerbahçe hücum yapan bir takımdı, savunma değil. Şanssız gollerle puan kaybetmesi bu gerçeğin üzerini kapattı.
Bu düzen aslında Trabzonspor maçına kadar da fena işlemiyordu.
Sezonun ilk yarısı sonuçlandığında 3 “büyüklerin” lider Trabzonspor ile arasındaki toplam puan farkı 51’di.
İkisinin teknik direktörü yoktu. Diğerinin de başarıdan değil tarihi misyonunun verdiği krediden ötürü takımının başında uzatmaları oynuyordu.
İkinci yarının ilk haftasında aradaki farkın üzerine 8 daha eklendi ve 59 oldu.
Neredeyse takım başına 20 puan fark attı Trabzonspor ve bu tempoyu sürdürürse futbol tarihinin en erken şampiyonluklarından birini yaşayacak görünüyor.
Bu durumun bir benzeri 1970’li yıllarda yaşanmış. O günlerde henüz yeni yeni dünyayı tanımaya başladığım için hatırlamıyorum.
Beşiktaş’ın 15, Galatasaray’ın 14 sezon şampiyon olamadığı dönem bu.
Fenerbahçe’nin 1978 ile 83 arası var, o zamanlar “ne kadar uzun” diye konuşuyorduk.
Sonra 3 büyükler kendilerini toparladılar. Galatasaray ve Beşiktaş’ın çıkışı da buralardan sonra başlar.
Fenerbahçe dün Süper Ligin sonuncu sırasındaki Yeni Malatya’yı yenerek, aynı Rizespor karşısındaki gibi bağışıklık antikoru sağlayacak ikinci doz aşısını oldu.
Yeterli mi?
Kuşkusuz değil.
Bunu, hiçbir şey beğenmeyen snob bakış açısı ile yazmıyorum.
2021 yılını bu hafta tamamlıyoruz; Fenerbahçe yıla Erol Bulut’la girdi, Emre Belözoğlu ile devam etti, yeni sezona Vitor Pereira ile başladı ve Zeki Murat Göle ile kapatıyor.
Son 50 yılda benzer bir durum yaşanmış mıydı; arşivi ve hafızası kuvvetli olanlar buna çok daha iyi cevap verebilecektir ama Fenerbahçe’nin geldiği durum kendine gönül verenler için hiç de iç açıcı durmuyor.
Fenerbahçe bu sezonun ortalarına doğru Trabzonspor, Alanyaspor, Konyaspor karanlık tüneline girdi ve burada 9 puan kaybetti.
Öncesinde de bir Başakşehir yenilgisi vardı ve Ekim biterken kamuoyunda Vitor Pereira ile ilgili tartışmalar başlamıştı.
Futbola “vasatizm” kelimesi, Aziz Yıldırım’ın son yıllarında yaptığı transferleri, özellikle de Aykut Kocaman dönemindeki oyunu ve teknik adamın çalışmayı tercih ettiği oyuncu grubunu eleştirmek üzere Serdar Ali Çelikler tarafından piyasaya sürüldü.
Aykut Kocaman’ın Alex ile yaşadığı sorun sonrasında takım üzerinde inisiyatif almak üzere yaptığı tercihler, sanki teknik direktörün yıldız futbolcularla çalışmak istememesi şeklinde algılanmaya başladı.
Birinci Pereira döneminde Robin Van Persie arasında gelişen problemler mevcut Fenerbahçe yönetiminin vasat futbolculara yöneldiği şeklindeki o popüler söylemi daha güçlendirdi.
“Yönetilemeyen Büyüklük Fenerbahçe” kitabında çok detaylı bu konu üzerinde yazdım ancak yeri geldiği için özet geçeyim; Van Persie Türkiye’ye geldiğinde %100 oynayacak bir kapasitede değildi. Zaten bununla ilgili detaylar, sonrasında sıklıkla yönetimin transfer sürecini planlama ve yönetmesi konusunda yoğun eleştiriye uğradı.
Bu durum bir sonraki sezon Advocaat döneminde biraz daha veriye dayalı bir bilgiyle desteklendi. Teknik direktör ile futbolcu arasında geçen diyaloğu biliyorum; Advocaat, iki ayağının ölçümlerini futbolcunun önüne koyup sormuş:
Fenerbahçe’nin zor bir sürece girdiğini yazdığımdan bu yana 3 ay geçti. O günlerde yaşanacakları üç aşağı beş yukarı tahmin etmiş, şansın Vitor Pereira’nın yanında olmasını dilemiştim.
Olmadı.
Neden başaramadığı da şansızlık değil, Fenerbahçe’nin hem genlerinin hem de özellikle yeni yönetimin yarattığı futbol ortamının sonucu olduğu da açık seçik ortada duruyor.
Her şeyin bu kadar belirginleştiği bir gündemde kuşkusuz artık daha net cümleler kurmak da işimizin gereği haline geliyor.
Öncelikle; Kulübün amiral gemisi, belki de varlık sebebi olan futbolun bu yönetime en uzak hatta bilmediği bir branş olduğunu yazalım.
3 Haziran 2018’den itibaren yönetimin içinde veya çevresinde yer alan ve futbolla ilgili olan herkesten söz ediyorum.
Bir kısmını şahsen tanıyordum; yönetime gelmeden önce hala konuşabiliyorken söylediklerini dinlerken, sosyal medyada yazdıklarını okurken aslında bunun emarelerini görebiliyorduk.
Ancak o seçim atmosferinin ve Aziz Yıldırım’dan bir an önce kurtulma refleksinin yarattığı ortam
Karşılaşmanın bitiş düdüğünden sonra yazının başına hemen oturmadan önce düşünmek için bir süre bekledim; “biz şimdi ne izledik, nasıl bir maç oldu ve sonuçlandı?” diye.
Fenerbahçe şampiyon olmak istiyor mu?
İstiyorsa da nasıl şampiyon olunacağını biliyor mu; bir fikri var mı?
Sahaya kazanmak için mi çıkıyor yoksa kendi kendine kaybetmek için mi?
Fenerbahçe olgun; sakin kalabilen, ne yapacağını ve kazanacağını bilen, buna göre sahada oynayan bir ekip mi?
Teknik direktörü ile oyuncu grubu aynı doğrulara inanıyor mu?
Teknik direktörü, oyuncu grubu, yönetimi ve taraftarı aynı frekansta mı?
Nedir bu şanssızlık, beceriksizlik, başarısızlık hatta artık yeri de geldiği için yazacağım, süre gelen aptallık?