ABD Başkanı Donald Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’un görevini hangi şartlarda bıraktığı, tartışma konusu. Trump “Onun işine ben son verdim” diyor, Bolton ise kendi arzusuyla istifasını verdiğini söylüyor. Ancak ikisinin de hemfikir olduğu bir nokta var: O da, aralarında derin görüş ayrılıkları olduğu ve artık anlaşamadıklarıdır.
Olayın asıl önemli yanı, Bolton gibi bir “şahin”in ABD siyasetinde devre dışı kalmasıdır. Dış konularda Başkan’ın en önemli ve etkin danışmanı olarak Bolton, İran’dan Kuzey Kore’ye, Afganistan’dan Venezuela’ya kadar, birçok meselede Beyaz Saray’ı kendi sert ve agresif görüşlerinin baskısı altında tutmaya, bu arada Trump’ın bazı uzlaşıcı diplomatik girişimlerini engellemeye çalışmıştır. Bu nedenle, zaten bu meselelerde fazla bilgi ve deneyimi olmayan Trump’ın çok kez tutarlı bir politika izleyemediği, bir gün söyledikleri ile ertesi gün yaptıkları arasında uçurumlar ortaya çıktığı görülmüştür.
Bolton’un son olarak Trump’ın olası yeni bir İran diplomatik girişimine karşı çıktığı biliniyor. Trump, bu ayın sonlarında yapılacak BM Genel Kurul toplantısı vesilesiyle New York’a gelecek olan İran lideri Ruhani ile görüşmeyi düşünüyor. Bolton buna sert bir şekilde karşı çıktı ve Başkan’ı bu fikirden vazgeçirmeye çalıştı.
Diğer bir anlaşmazlık konusu da Afganistan. Bolton, Trump’ın Taliban ile anlaşmaya yönelik inisiyatifini sabote etmekte rol oynadı. Bir süreden beri yapılan gizli görüşmeler sonunda bir barış planı üzerinde mutabakat sağlanmış görünüyordu. Hatta Taliban ile yakınlarda Camp David’de bir anlaşma imzalanması bekleniyordu. Afganistan’daki bir terör saldırısı ve bir Amerikalı askerin ölmesi, Trump’ın bu anlaşmadan vazgeçmesine neden oldu.
***
Bolton’un devreden çıkması Trump’ın bu meselelerde daha uzlaşıcı davranmasını sağlar mı?
Kuşkusuz Trump, bazı önemli adımlar atarken, Bolton’suz kendisini daha serbest hissedecektir. Ancak bu, Kongre’den Pentagon’a kadar çeşitli kurumların da etkili olduğu bir düzende, ABD’nin temel dış politikasında değişiklik olacağı anlamına gelmez.
Parlamentonun gücü
Sonuçta İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın istedikleri olmadı.
Başlıca isteği, parlamentonun Brexit’in 31 Ekim’de “anlaşmasız olarak da” hayata geçirilmesini kabul etmesiydi. Bu olmadı, parlamento Johnson’ın önerisini reddetti.
Diğer bir talep ise, ekim ortalarında erken seçime gidilmesiydi. Bu da olmadı, parlamento bu öneriye karşı çıktı.
Johnson için asıl darbe, parlamentodaki müzakereler sırasında, kendi Muhafazakâr Parti’sinin bölünmesi ve aralarında kendi öz kardeşi dâhil, 20 önemli milletvekilinin partiden istifa etmesidir. Bu, hükümetin Avam Kamarası’ndaki çoğunluğu kaybetmesine yol açtı.
Bu olay, her şeye rağmen, İngiliz parlamentosunun son sözü söylemek konusundaki gücünü gösterdi. Burada parlamenterler gerekli gördüklerinde, kendi partilerinin çizgisinden ayrılabiliyor, kendi görüşlerine ve temsil ettikleri bölgedeki seçmenlerinin eğilimlerine göre oylarını kullanabiliyor.
Bu bazen, şimdiki gibi, bir karmaşa veya belirsizlik yaratabilir. Ama gene de bunun halledileceği yer parlamento oluyor. Demokraside çare tükenmez.