Sivrisinek vızıldadı vızıldadı, koluma kondu. Şak diye patlattım tokadı. Sükûnetleri bozulan sessiz ve huzurlu İngilizler korku ve endişeyle kafalarını bana çevirdi.
“Bir şey yok, sadece sivrisinek” dedim. İçimden. İngiltere’de yılın en sıcak günü ve sivrisinekler burasını Marmaris, Bodrum falan sanıp ortaya döküldüler.
Sadece sivrisinekler değil bana cennet vatanı hatırlatan. Evden Roundhouse’daki Interpol konserine, Camden Town’a doğru yürürken yolda karşıma çıkan bütün pubların önü ana baba günü. 33 dereceyi bulan havada herkes güneşin altında yayılmış, bira içiyor. Evet, gölgeyi sevmez İngiliz. Tişörtü çıkarır, güneşte içer. İşte sana erken 2000’ler Gümbet’inden bir sahne. Olmayan deniz yerine Regent’s Canal ve az ileride Camden Lock’ta bozuk para karşılığında fotoğraflarının çekilmesine izin veren biri iki punk hariç.
İki gece üst üste Roundhouse’u kapattı Interpol ve biletler çoktan tükendi. Bu yeni albümleri “The Other Side of Make Believe’in turnesi. Nisan’da ABD’de başladı sonunda uzaklardaki evimiz dedikleri Londra’ya ulaştı. Ama biraz olaylı oldu. İlk konser (dün akşam, yani şu an size göre geçen hafta salı) gruptan yapılan açıklamaya göre hastalık nedeniyle iptal oldu. Duyduğuma göre ekipten birileri Kovid olmuş. Ama neden ikinci gün konser yapıldı o zaman ve neden gruptaki kimse değil ama sadece davulcu Sam Fogarino maskeyle çalıyordu, bilmiyorum. Maskeyle konserde davul çalmak cidden büyük eziyet.
Konser başlayınca bunların bir önemi kalmadı. En önemli şey içecek bir şeyler bulmaktı. Buldum. Ön taraflara sahneyi iyi gören bir yere gitmekti. Gittim. Beklemeye başladım. Işıklar kapanınca Paul Panks (vokal, gitar), Daniel Kessler (gitar), Sam Fogarino (davul), Brandon Curtis (keyboards), Brad Truax (Bass) sahneye geldi. “Untitled” ile açtılar. İlk albüm, ilk şarkı. Her şey 20 yıl önce böyle başlamıştı der gibi. Ardından “Evil” ve yeni şarkı “Fables” geldi. Salondaki tepkiler iyiydi. “Obstacle 1”, Leif Erikson ve belki de en sevdiğim “The New” içinse bayağı beklemem gerekti. Beklerken susuyor insan. Bara gidince kuyrukları fark ettim tabii o noktada. Tıklım tıkış salondaki yaklaşık 1700 kişi daire şeklindeki salonun dış çeperlerindeki barlara hücum ediyordu. Kuyrukta inceleme fırsatı da buluyor insan. Gözlemcilik, 101. yaşlı rock’ırlar hiçbir konseri kaçırmıyor burada biliyor musunuz? Herhalde emekli maaşları bilet almaya yetiyor. Bizimkiler gibi kahveye gitmek yerine konsere geliyorlar. Motifleri artık deforme olmuş yaşlı dövmeliler, iki büklüm punk’lar, mavi saçlı anneanneler. Bastonlu dede gördüm ya, yemin ediyorum. Hepsi dış çemberde. Ortalara doğru 30-40 arası çalışan tayfa. Bunların işi gücü olduğundan erkenden gelip ön grubu izlemeye vakit ve istek yok. Ön grup zamanını Roundhouse’un karşısındaki pub’larda soğuk bir şeyler içerek ve muhabbet ederek değerlendiriyorlar.
Pub dediysek, öyle sıradan yerler değil Camden pub’ları. Blur’den Amy Winehouse’a buralardan yetişti İngiliz alternatif müziği. Az yukarıda Haverstock Hill’deki Sir Richard Steele’de mesela Noel ve Liam kardeşlerin cam çerçeve inmeli okkalı kavgaları anlatılır hâlâ destan gibi. Noel’in evinin olduğu sokağın köşesindeki pub yani.
Neyse daha önlerde gençler var. 20’likler. Onların çoğu aslında rave’lerde ya da yaz festivallerinde şu ara çoğunlukla. Ama tek tük hâlâ iyi müziğe meraklı olup, yılın en sıcak gününde bir salona kapanmayı göze alanlar var.
Aileler var bir de en garibi. Ben babamla aynı müziği dinlediğimi hayal bile edemiyorum. Bırak konsere beraber gelmeyi. Anne, baba, çocuk hepsi aynı şarkıda bağıra çağıra eşlik ediyor. Algım kapalı böyle şeylere.
Interpol’ü ilki 2003’te Roskilde’de birkaç kez izledim. İlk gün sahnede nasıl duruyorlarsa bugün de aynı şekilde duruyorlar. Hepsi takım elbiseli, birbirleriyle eşit mesafede, fazla konuşmadan, işi fazla şova dökmeden, müzik yapıyorlar. Banks’in sesi bir parça daha pes belki ama yaşla alakalı şeyleri eleştirmek saçma.
Eğlendirmeye değil, çalmaya gelmiş bir grubu da izleyicisi pürdikkat dinliyor benim gördüğüm. Eski ve yeni şarkıları çok dengeli bir biçimde konserin önüne ortasına ve sonuna pay ettikleri bir buçuk saatin sonunda memnun mesut attım kendimi sokağa.
Yukarı Chalk Farm’a doğru yürüdüm, 100 metre sonra tren yolunu geçip Primrose Hill’deki Pembroke Castle’da aldım soluğu. Susuzluğumu biraz daha giderirken, unutmayayım diye, bir yandan gelen geçene bakıp, bir yandan notlar almaya başladım. Sivrisinek vızıldadı, koluma kondu mu bilmiyorum, bir tane şaplattım koluma. Kafalar döndü. “Yok bir şey, devam, sadece sinek” dedim. İçimden.