Hakkı Öcal

Hakkı Öcal

hakki.ocal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Muhafazakarlığın, tutuculuktan, korporatizmden, faşizmden arındırılması ve bugünkü modern konumuna ulaştırılmasını sağlayan kişi, Amerikalı yazar ve siyasetçi William F. Buckley, Jr’dır. Buradaki F’nin hangi ismin kısaltması olduğunu soran birine, bir üniversite konuşmasında verdiği “Freemarket” (serbest pazar) cevabı, salonu kahkahalara boğmanın yanı sıra, modern muhafazakarlığın temelinin serbest piyasa ekonomisin devamını sağlayan liberalizm felsefesi olduğunu da ifade ediyordu. (F, Francis isminin kısaltmasıydı!) Buckley, bir yazısında muhafazakarı “Kimse yanında olmasa bile yanlış giden tarihin önüne dikilip, kollarını iki yana açarak, ‘Dur’ diye bağıran adamdır!” diye tanımlamıştı.

Haberin Devamı

Özetle, özgürlükler ve haklar temelinde düşünen birey, yeri geldiğinde tarihin akışına karşı çıkabilen kişidir. Korumak istediği ise insan onuru ve haysiyetidir.

Roma İmparatorluğu zamanından beri varlığı bilinen Alman halkının bir ulusal kültür çerçevesinde birleşmesi eski değildir. Bu birlik, halen Avrupa’da birçok ülkeye yayılmıştır; 1990’larda Sovyetlerin çökmesiyle bizim bildiğimiz Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesine rağmen, diğer ülkelere dağılmış etnik Almanların ulusal birliği sağlan(a)mamıştır. Bunun bir çok sebebi vardır; bizim açımızdan bunu tarihçilere bırakmak en doğrusudur. Ancak yakın dönem Alman tarihinin bize bakan bir tarafı vardır ki ne anlamak ne de izah etmek mümkündür: Yahudi ve Çingene Soykırımı.

Alman milleti gibi, bunca yıllık birikime sahip, yüzyıllar boyunca başka uluslarla birlikte yaşamış, Albertus Magnus, Leibniz, Goethe, Beethoven, Kant, Fichte, Hegel, Marx, Engels ve Weber’e sahip bir ulus bu vahşeti nasıl işledi? Protestanlığı, idealizmi, sosyalizmi ve komünizmi icat etmiş bir kültürde, faşizm nasıl filizlendi? Bu sorunun cevabını da felsefecilere, sosyologlara bırakalım.

Belki sanayi devrimi, makineleşmek, demiri-çeliği kağıt gibi bükerek gemiler, fabrikalar, demiryolları yapmak, bir noktada Alman milletini sarhoş etmiş; şeytanın dünyaya egemen ve kendi kaderinin kaptanı olma çağrısına uydurmuş olabilir. Bu noktanın ifadesiyle yetinelim ve bunu irdelemeyi de ekonomi-politik ve din alimlerine bırakalım. Fakat ortada, tarım ve sanayide insan gücünün erişemeyeceği üretim ve dağıtım noktalarına erişmemizi sağlayan, insanoğlunun daha çok bölüşen, daha mutlu ve huzurlu olmasını sağlayacak işler yapan Alman ulusunun kurduğu toplama kampları, gaz odaları ve fırınlar ile ona yardım için kendi vatandaşı olan Musevileri ve Romanları, yük vagonlarına istifleyerek Almanya’ya gönderen Avrupalıların vahşeti fotoğraflarda, silik ve titrek filmlerde, romanlarda, şiirlerde ve Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nde duruyor.

Haberin Devamı

Duruyor, durmasına ama şimdi bundan ders alındığını göstermek üzere söyledikleri “Nie wieder” (Bir daha asla) sözünü unutan Alman milleti ve -birkaçı müstesna- Avrupalılar yine tarihin ters tarafında duruyor. Bunu, “İlk soykırımının faili olmak o kadar sarsıcı ki, İsrail’in Filistinlere soykırımına göz yumuyorlar; vicdan borcu, manevi tazminat ödüyorlar…” filan gibi safsatalarla, çarpıtılmış mantıklarla açıklamaya kalkmak, o suça ortak olmaktır. İlk soykırımının kurbanı olan bir halkın kendisinin soykırımı yapmayacağı diye bir şey olmadığını görüyoruz. İnsanoğlu, ne kadar kolay aldatılır olduğunu yaratıldığı ilk günlerde kanıtlamış yaratıktır.

Haberin Devamı

Almanlar, Amerikalılar (ve bir çok Müslüman millet) tarihin akışına ters duruyor; oysa tarih bize Filistin’de binlerce yıl, bütün halkların kardeşçe yaşayabildiğini söylüyor. Tarihe doğru bakış, Filistin’i, 1947’deki hukuki ve sosyolojik konumuna geri getirmektir.

Ama nasıl? Her şey bu kadar tarihe aykırı giderken, bu nasıl sağlanır?