BDP’li dört milletvekili İmralı sürecini anlatmak için Karadeniz turu yapmak istediler. Sinop ve Samsun’da tepki ve linçe dönük saldırılarla karşılaştılar. Tur iptal oldu. Böylece, bir kere daha, siyasi gündeme, “milliyetçilik tartışması” taşınmış oldu. Parti liderlerimiz milliyetçilik üzerinden birbirleriyle söz düellosuna giriştiler; benimkisi “iyi”, seninkisi “kötü” milliyetçilik tartışması yaptılar.
Milliyetçilik nedir, nasıl anlaşılmalıdır? Dün gibi, bugün de, siyasi alanda ve medyada yaptığımız tartışmalarda, temel soru bu oldu.
Fakat, şu soruları sormadık; Türkiye, ne kadar milliyetçi bir ülke? Milliyetçilik ne kadar güçlü? Tercihlerimizde, kararlarımızda, gerçekten milliyetçi miyiz?
Bu soruları sorduğumuz ve yanıt aradığımız zaman, ilginç ve önemli bir gerçekle karşılaşıyoruz. 1923’ten bugüne, modern Türkiye tarihi, milliyetçilik konusunda, önemli “ikilemler” içeriyor.
Milliyetçilik-ekonomi ikilemi
Ülkemizde milliyetçilik hep çok güçlü olmuş.
1923’te, modern devlet ve modern ulusun kuruluş döneminde; 1945’te demokrasiye geçince; 1980’den sonra küreselleşmeye açılma ve serbest pazar ekonomisine geçtikten sonra; 2000’de başlayan AB bütünleşme ve tam üyelik sürecinde de milliyetçilik hep güçlü olmuş.
Tüm büyük siyasi partilerimizin milliyetçilikle sıkı bağı olmuş.
AK Parti, CHP, MHP, BDP; hepsi bir şekilde milliyetçi.
Daha önce ANAP, DYP, DSP, Refah, AP, MSP, DP de öyleydi.
Siyasi ideolojiler, sağ, sol, muhafazakarlık, liberallik, sosyal demokrasi, dini, etnik, kültürel kimlik siyasetleri; hepsi, bir derecede milliyetçi.
Liderlerimiz, politikacılar, söylemlerinde muhakkak milliyetçiliği kullanmışlar.
Her devlet ve siyasi aktörün, her siyasi ideolojinin bir şekilde milliyetçi olduğu bir ülkeyiz.
Hepimiz milliyetçiyiz.
Acaba öyle mi?
Çünkü; çok partili demokrasimizde, milliyetçilik hiçbir partiye iktidar getirmemiş. Hiçbir parti, milliyetçilikle tek başına seçim kazanamamış. Bu güçlü milliyetçilik, siyasi partilere, liderlere, ülke yönetecek kadar siyasi güç kazandırmamış. Ülke insanı, oylarını verirken milliyetçiliği ilk sıralara koymamış.
Aksine ekonomi, iş, aş, ekonomik istikrar seçim kazandırmış, liderleri güçlendirmiş, insanların oy tercihlerinde birinci sırada yer almış.
Tek başına mı iktidar olacaksın? Ekonomideki performansın ve inandırıcılığın belirleyici. İktidarını mı sürdüreceksin? Yine ekonomi, iş, aş belirleyici.
1999 seçimleri istisnasında, siyasi demokrasi tarihimiz, ekonominin, işin ve aşın belirleyici olduğu bir tarih olmuş.
Hepimiz milliyetçiyiz, ama aynı zamanda da değiliz; hepimiz, ekonomik düşünen oy vericileriz.
O zaman, milliyetçiliğin gücünü nasıl açıklayacağız?
Söylem/retorik-gerçeklik/siyasi başarı ayrımı yaparak.
Ülkemizde milliyetçilik, söylemde güçlü ama, gerçeklikte ve siyasi başarıda güçlü ve belirleyici değil.
Gerçeklikte ekonomi, iş ve aş belirleyici. Sonra, demokrasi ve haklar geliyor.
“Banal ve lümpen milliyetçilik”
Bu da bizi şu gerçeğe götürüyor.
Sinop dahil ülkemizde, yaşadığımız saldırılara, siyasi cinayetlere, katliamlara, milliyetçilik “neden” değil. Aksine, bu olaylar milliyetçiliğin kullanıldığı, gerçekte, belli güçler tarafından siyasi ya da başka güç hesapları için örgütlenmiş ve provoke edilmiş olaylar.
Milliyetçilik, neden değil; gerçeğin gizlenmesinde “kullanılan bir maske”, bir araç.
Bu nedenle de, milliyetçilik lümpen; saldırılarda, işsiz ve dışlanmış gençler ve insanlar kullanılıyor.
Ve banal; içi boşaltılmış ulusal simgeler, vatan, bayrak, toprak, kimlik, bütünlük, dost-düşman gibi, olaylarda, örgütlenmiş kitleye seslendiriliyor.
Bu nedenle de aslında, milliyetçilik tarihi, ülkemizde, söylemin iktidar getirmediği ve ölümün örgütleyicilerinin maske olarak kullandıkları bir ideolojinin tarihi.
Öyle değil mi?
Bu noktaları da bir düşünelim.