“Çocuklar da insan mı?” diye soruyor annesine İnci. Henüz 7 yaşında ama yetişkinlerle çocuklar arasındaki eşitsizliğin fazlasıyla farkında. Çocuğa, evde, sokakta, okulda uygulanan mezalimin. Kimbilir belki de kedi köpek gibi başka bir cinse mensuptur çocuklar. Yoksa insan, insan yavrusuna bunu yapar mı?
Erken büyümüş bir kız çocuğu İnci. 6 yaşında olmasına rağmen çocuk nasıl yapılır bilen, kürtaj ne demek çoktan öğrenmiş, babaya yalan söyleme konusunda el aldığı annesi kadar marifetli. İlk sigarasını annesi tutuşturmuş eline, ilk rakı kadehini ise babası.
Baba, varken har vurup harman savuran, evi yiyemeyecekleri kadar çok yiyecekle doldurup çürüten, girdiği işlerde sürekli batan, karısını döven, eve geç geldiğinde ışıklar sönmüş, gelişi beklenmemişse masayı, sandalyeyi etrafa fırlatan, ilgi şımarığı bir baba. Köylülerden nefret eden İnci’ye klasik müzikler dinleten, kitap okutturan, tv seyrettirmeyen.
Samatya’da doğan, ortaokula geldiğinde Millet Caddesi’ne göçen annesi Melek kızının sorusunu vaktiyle sormayı akıl edemese de o da içten içe emin değil çocukların insan olup olmadığından. Anne ve babası tarafından sevilmemiş, okulunda öğretmeninin ve arkadaşlarının dışladığı, hizmetçi verildiği evde tacize uğramış, paraları annesi Fidan tarafından alıkoyulmuş, aklı fikri ölmekte: “Kimsem yok Allah’ım. Dünyada bunlar yok sayıyor beni gökyüzünde sen. Allah’ım beni öldür ki sana inanayım. Beni öldürürsen söz bir daha senden bir şey istemeyeceğim”.
İşte bu üç kadının; Fidan, Melek ve İnci’nin, diğer yandan bir ailenin üç kuşağının hikâyesini anlatıyor Seray Şahiner, Doğan Kitap’tan çıkan son romanı “Vatan, Millet, Samatya”da. Melek ve İnci’nin çocukluklarından, onların dilinden seslenerek. ‘70’lerden başlayıp ‘90’ların ortalarına kadar 25 yıla yakın bir süreç bu. Dönemin iktidarlarının aileleri nasıl şekillendirdiğine dair çarpıcı bir fonda.
Melek annesi tarafından görülmemiş ve sevilmemiş bir çocuk. Sokağa salınmış, başına bir iş gelir mi diye düşünülmemiş, korunmamış, kollanmamış. Anneliği baskıcı, yasaklayıcı, nefes aldırmayan bir iktidar gibi yaşayan annesinin elinde un ufak olmuş. Kızı İnci, nispeten ‘annesi tarafından görülmüş’se de Melek anneliği kızı üzerinden kazanılmış bir özgürlük gibi deneyimliyor. İnci de “Aman içinde kalmasın” diye ne yapıp edip giderilen maddi ve manevi ihtiyaçlarını annesiyle bölüşen, fazlaca gözetilmenin ezici baskısında bir başka un ufak edilmiş çocuk.
Bir başyapıt
“Vatan, Millet, Sakarya” ‘büyük’ kategorisinde bir roman. Çünkü içinde orta hâlli bir romana sığmayacak denli geniş bir konu çeşitliliği var: Annelik iktidarının iki farklı yüzü, istimlak nedeniyle hafriyat alanına dönüşen semtler, orada yaşayan insanların yerinden edilmişlik duyguları, derin bir yoksulluk, Aleviliğini sır gibi saklamak zorunda bırakılan insanlar, basılan cem evleri, kız çocuklarını taciz eden hastalıklı, vicdansız, korkunç erkek yüzleri, yeterince sevilmemiş çocukların psikolojileri, şiddetin arkasında yatan çocukluk travmaları, radyo kanallarından çok kanallı tv’ye geçişin yarattığı sosyolojik değişimler, “Al gözüm seyreyle” dedirten karakterler. “Vatan, Millet, Samatya” ‘büyük’ kategorisinde bir roman. Çünkü sahip olduğu dil zenginliğinin ihtişamında, elmastan kelimelerin ışıltısına kapılıp Türkçenin tadını çıkarırken, tekrar tekrar başa dönüp okuma ihtiyacı duyuluyor, daha kitap bitmeden. Aynı şarkıyı defalarca başa sarıp dinlemeyi istemek gibi…
Hepsinden önemlisi romanı okuduğumuz sırada hayatın sertliği demir leblebiler gibi boğaza takılırken, su gibi akan, demiri eriten bir mizah yetişiyor imdadımıza. Hıçkıran dramları sevmeyen, acı çeken karakterlerine de kıyamayan Şahiner, onların eline mizahtan bir sihirli değnek tutuşturuyor. O değnek ki, bir yandan acının rengini koyulturken bir yandan puntosunu küçültüyor. Dayanma gücü veriyor. Demir leblebiyi, çocukluğun leblebi tozunun hafifliğine dönüştürüyor. Boğazımıza kaçtığı da oluyor ama kelimelerin iğne oyası gibi dokuduğu hayatta kalma refleksi sayesinde salimen çıkıyoruz romandan. Hayatı, biraz daha anlamış, biraz daha anlamlandırmış, acının içinden geçip büyümüş olarak.
Büyük romanlar böyledir. Bittiklerinde, başlarken taşıdığımız duyarsızlıkların önemli bölümünü kuruturlar. Türkçeleriyle harmandalı da oynarsınız, Beethoven da dinlersiniz, arabesk de söylersiniz. Ortasına varmadan başlayan ayrılık anksiyetesi, son sayfayı çevirince ‘kitap bitirme’ yasının kabullenişine bırakır kendini. Biliriz ki, yazar o elmas kelimeleri baştan tasarlayıp, bir başka değerli mücevher yaparak takacak yeniden edebiyatın gerdanına.
Seray Şahiner’in ruhuyla desenleyip kalemiyle ortaya çıkardığı her mücevheri çok sevdim ben. “Gelin Başı”ndan bugüne. “Vatan, Millet, Samatya”dan henüz yazmadıklarına. Bu kez bir başyapıtla karşı karşıyayız. Henüz okumamış olanlar için müjdem olsun.
Duam o ki, Seray Şahiner’in kelimeleri artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin, onları okuyanlar iyilik ve şifa bulmaya devam etsin.
İyi pazarlar.