Bağırsağın ikinci beyin sayılabilecek kadar önemli bir organ olmasını sağlayan bağırsak mikrobiyotasıdır.
Geçen haftaki yazımda mikrobiyotanın ve mikrobiyomun ne olduğundan, kişiden kişiye nasıl değiştiğinden bahsetmiştim. Mikrobiyota, yaşanılan coğrafi bölge, beslenme, genetik, yaş, kullanılan ilaçlar gibi özelliklere göre aynı kişide bile zaman içerisinde farklılıklar gösterebilir. Aynı zamanda ilaçlar arasında özellikle antibiyotik kullanımı, stres, radyasyon, yiyeceklerdeki koruyucu ve katkı maddeleri de mikrobiyotaya etki eder.
Bağırsak mikrobiyotasındaki bakteri çeşitliliği oldukça fazladır. Çoğunluğu “bifidobakteri” ve “lactobacillus”tan oluşur, diğer sık görülen türler “streptococcus”, “enterococcus” gruplarıdır. Beslenmenin bağırsak mikrobiyolojisi üzerinde büyük etkisi vardır ve dünyanın farklı bölgelerindeki insanlar farklı bakteri profillerine sahiptir. Örneğin “prevotella” türü yüksek oranda karbonhidrat diyeti ile bağlantılı iken “bacteroides” yüksek oranda hayvansal yağ ve protein ağırlıklı beslenen kişilerde daha fazla bulunur.
Serotonin bağırsaktan salgılanır
Vücudumuza dost olan bu mikroplar bulundukları bölgede hastalık oluşturacak bakteri ve mantarlara karşı savaşırlar. Bu nedenle eğer o bölgenin mikrobiyotası bozulmuşsa infeksiyonlara karşı da açık hale gelmiş demektir. Vücudumuzdaki mikrobiyota çeşitleri içinde en önemli görevi üstlenenler bağırsağın da ikinci beyin sayılabilecek kadar önemli bir organ olmasını sağlayan bağırsak mikrobiyotasıdır. Kalın bağırsaktaki yararlı bakteriler B ve K vitaminlerininin sentezinde rol oynar, sindirime yardımcı olur, bağırsak motilitesini (hareketini) destekler, zararlı bakterilerle savaşır, bağışıklık sistemini canlandırır, ayrıca beyinde hafıza, duygu ve davranış bölgelerini etkiler. Vücuttaki toplam serotonin düzeyinin büyük kısmı bağırsak duvarından salgılanır. Serotonin mutluluk hormonu olarak bilinir. Bu nedenle bağırsak bakterilerimizdeki değişiklikler stres, sinirlilik, huzursuzluk, kaygı, depresyon gibi durumları tetikleyebilir.
Mikrobiyotanın bağışıklık sistemimize etkisi nedeniyle de önemi büyüktür. Yapısında bir bozulma, sayısında azalma olduğunda infeksiyon, sindirim ve sinir hastalıkları, otoimmün hastalıklar dahil birçok rahatsızlıkla karşılaşabiliriz. Bunlar astım, otizm, kanser, çölyak hastalığı, kandida çoğalması, kolit, diyabet, atopik dermatit ya da diğer adıyla egzama, akne (sivilce), rozase, ürtiker gibi deri rahatsızlıkları, kalp damar hastalıklarına zemin hazırlayan metabolik sendrom, obezite ve kilo artışı, hassas bağırsak sendromu (irritable bağırsak sendromu), tekrarlayan polipler, gıda allerjileri veya duyarlılığı, sık soğuk algınlığı, sinüzit, bronşit, düşük enerji, fibromiyalji, kronik ağrılar, kronik yorgunluk, alzheimer, otizm, multipl skleroz, parkinson, migren, depresyon, anksiyete, panik atak, düşünce bulanıklığı gibi beyin hastalıkları, hashimoto tiroiditi, romatoid artrit, lupus, psöriyazis (sedef hastalığı) gibi diğer otoimmün hastalıklar bağırsak duvarının sistemik inflamasyonuyla tetiklenebilir.
Bu saydığım hastalıkların her biri başa geldiğinde sağlığı, sosyal hayatı, yaşam kalitesini son derece bozabilen, çoğu da tüm vücudu etkileyen sistemik hastalıklardır. Yani sadece bulunduğu organı etkilemekle kalmaz diğer organlara da komplikasyon dediğimiz olumsuz etkileri olur. Çoğu zaman gerçek nedeni bulunamamış şekilde doktor doktor gezilen, bir avuç dolusu ilaç kullanılan bu hastalıklar mikrobiyotadaki değişiklik yüzünden tetiklenmiş olabilir. Tedavisinin yolu da bunu düzeltmekten geçer. İşte günümüzde popüler hale gelen fonksiyonel tıp, kişiye özel beslenme ve tedavi de burada söz konusu olacaktır. Gelecek yazımda mikrobiyotamızı korumak ve geliştirmek için neler yapabileceğimizden bahsedeceğim.