Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Diyarbakır’a ilk gidişim 1981 yılındaydı. Üniversitede öğrenciydim. Radyo-televizyon okuyordum.
1 ay staj yapmamız gerekiyordu. TRT’den başka seçenek yoktu. Bütün okul, Ankara ve İstanbul TRT’ye yığılmıştı.
Üç arkadaş (Mehmet, Şule ve ben) fırsattan istifade, memleketin tanımadığımız bir diyarına gitmeyi kararlaştırdık. Stajımızı Diyarbakır Radyosu’nda yapacaktık.
Çalıştığım işyeri izin vermedi. Kafam attı; istifa ettim ve bir temmuz günü Diyarbakır otobüsüne bindim.
* * *
Şehitlik’teki DSİ misafirhanesine yerleştik.
Sokağa çıktığımızda 12 Eylül, cehennem ateşi gibi çarptı yüzümüze... Ölüm sessizliğinin hüküm sürdüğü kent, adeta askeri bir kuşatma altındaydı.
Fakat kentin kaderi, ummadık şekilde bizim şansımız oldu.
Diyarbakır, sürgün yeriydi. O yüzden Türkiye’nin en seçkin yayıncıları oradaydı. Radyoevine gittiğimizde bizden başka stajyer olmadığını gördük. Prodüktörler, programlarını, yok edilmesin diye arşivden çıkarıp bahçeye gömmüşlerdi. Bizi kapıda karşıladılar, el üstünde tuttular. Seçtiğimiz mesleğin gerçek yüzüyle tanıştırdılar.
* * *
8 Temmuz günü elimde fotoğraf makinesi, koltuğumun altında Cumhuriyet gazetesi olduğu halde şehri turalıyordum.
Çektiğim resimlerin baskılarını almak üzere bir fotoğrafçıya girdim. Peşimden 3 sivil polis girdi.
Üstümü başımı aradılar. Biri elimdeki Cumhuriyet’i yere fırlatıp “At şu paçavrayı” diye bağırdı. Beni bir arabaya tıktılar, yaka paça Diyarbakır Emniyet’e götürdüler.
Merdivenleri tırmanırken bir işkence merkezine düştüğümün farkındaydım. Diyarbakır Cezaevi’nden gelen dehşet haberlerini duymuş, korkmuştum.
Fotoğraflarım incelendi. Çantamdaki notlara bakıldı. Bir sivil polis, eve yazdığım kartpostaldaki “C” harfini, orak-çekice benzetti.
Basın kartımı gösterip TRT’de stajyer olduğumu söyledim. Birkaç yere telefon ettiler. Sonra salıverdiler.
Diyarbakır, Diyarbakır’da yaşamanın ne demek olduğunu göstererek tanıtmıştı kendini bana...
* * *
Bundan ibaret değildi tabii... Kenti tanımış, bilge dostlar edinmiştik.
Onlardan biri, Turistik Otel’i mekân tutmuş Kürt şairi Veysel Öngören’di. Yanına gide gele müdavimi olmuştuk. Sabahlara dek süren sohbetlerde, izmaritini dudağının kenarından sakallı çenesine doğru düşürür, bize yeni çıkmış kitabı “Vay Gözüm”den dizeler okurdu:
“Çocuğum, usul sesi umudumun,/
Zincirleri kırmaya ateş aldı pusatın,/
Vay Gözüm,/Koçum benim,/Can içim/
(...) Ha gözüne, bileğine kuvvet,/Senindir
Yoluna ard arda kuşaklar berkittiğin gelecek,
Bahtın, halkına emanet.”
* * *
“Vay Gözüm”e baktım dün...
Veysel usta, 17 Temmuz 1981’de “Can’a... Canla” diye imzalamıştı.
Tam 30 yıl sonra bu kez kendi kitaplarımı imzalamak üzere Diyarbakır’a uçarken 30 yılda Diyarbakır’ın çilesi bitmediyse de, köprülerin altından çoook sular aktığını düşündüm.
Ne bahçeler arşiv zulasıydı artık, ne zindanlar eza yuvası...
Veysel Öngören, bu diyardan uçmuş, ama halkına emanet ettiği baht, değişmeye yüz tutmuştu.
Bense o gün bugündür her kitabımı “Can’dan... Can’la” diye imzalıyordum.
İnadına “C”, her çizişimde, biraz daha benziyordu, orakla çekice...