Bizim hikâyemiz hiç değişmiyor.
46 yıl önce halkın haber alma, bilgi edinme hakkına saygı gösteren, doğrulatılamayan hiçbir haberi kullanmayan, siyasi partilere eşit uzaklıkta durmayı başaran, Abdi İpekçi gibi gazetecilerin hain kurşunlara nasıl hedef olduğunu tartışıyorduk.
Bugün gözaltı ve tutuklamalarla sürdürülen gazeteciliği, neyin gazetecilik faaliyeti olup olmadığını tartışmak zorunda bırakılıyoruz.
Oysa dünya medyası bugün bambaşka bir yöne evrildi. Dijital gözetleme kapitalizmini yaratan yapay zekâ, dünya medyasının bir numaralı sorunu oldu.
Çünkü yapay zekâ, artık sadece ileri bir teknoloji değil, küresel politikaların ve bireysel özgürlüklerin de en büyük belirleyicisi haline geldi.
Öyle ki bugün Çin’in yüz tanıma sistemleriyle vatandaşlarını izlediği, ABD’nin teknoloji devleriyle ulusal güvenlik politikalarını şekillendirdiği ve Avrupa’nın bireysel hakları koruma çabası içinde olduğu bir dünyadayız.
Dolayısıyla dünya medyası şu sorunun peşine düşmüş durumda:
Yapay zekâ, bireyler için bir özgürlük aracı mı olacak, yoksa devletlerin yeni nesil kontrol mekanizması mı?
George Orwell’in zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzenini anlattığı 1984 adlı distopyası, gerçeğe dönüştürülmüş durumda.
Dünya ülkeleri arasında yapay zekâ destekli gözetleme yarışı giderek daha da sertleşiyor.
Çin, devlet kontrolünü güçlendiren bir araç olarak kullandığı yapay zekâ destekli gözetleme teknolojilerini Afrika ve Orta Doğu’ya ihraç ediyor.
Ülkenin sosyal kredi sistemi, bireylerin davranışlarını takip ediyor ve onları devletin belirlediği normlara göre ödüllendiriyor veya cezalandırıyor.
Mesela bir dükkânda maske takmayan bir vatandaş ya da devlet politikalarına
yönelik eleştiriler mi var algoritmalar anında tespit ediyor.
ABD bunu ‘gizli’ yapıyor.
Yapay zekâyı bireysel özgürlükler ve ulusal güvenlik arasındaki ince çizgide yönetmeye çalışıyor.
Amazon, Google, Microsoft gibi şirketlerle bir yandan kullanıcıların günlük hayatını kolaylaştıran yapay zekâ sistemleri üretiyor diğer yandan önyargılı sistemlerle, kimlerin hangi işlere alınacağından kimlerin sosyal yardım alacağına kadar çeşitli alanlarda karar veriyor. Pentagon’a istihbarat desteği sağlıyor.
Avrupa’da ise durum biraz daha farklı.
Avrupa yapay zekânın etik kullanımı konusunda yeni kurallar getiriyor. Ancak yapay zekâ yarışında ABD ve Çin ile rekabet edip edemeyeceğini tartışıyor.
Yapay zekâ, yalnızca devletlerin değil, bireylerin de hayatlarını şekillendirdiği için belki de şu soruyu sormalıyız:
Bireyler için yapay zekâ bir özgürlük mü yoksa mahkumiyet mi?
Bu teknolojiye sahip birçok sistemin insanlara sınırsız bilgi sunduğu kesin.
Örneğin engelliler için sesli asistanlar, sağlık alanında hastalıkları erken teşhis eden algoritmalar ve eğitimde kişiselleştirilmiş öğrenme sistemleri, yapay zekânın hayatı kolaylaştırma potansiyelini gösteriyor.
Ancak yapay zekâ aynı zamanda yeni bir hapis sistemi yaratıyor. Kişisel verilerin izinsiz kullanımı ve sosyal medya algoritmalarının bireyleri manipüle etmesi, yapay zekânın özgürlükten çok bir kontrol mekanizmasına dönüşebileceğini gösteriyor.
Bu da devletlerin bireyler üzerindeki gücünü artırması demektir.
Ancak, bireyler de yapay zekâyı kullanarak daha güçlü hale gelebilir.
Önemli olan, bu teknolojinin nasıl kullanıldığı.
Eğer yapay zekâ, sadece devletlerin elinde bir gözetleme aracı olursa, dünyayı distopik bir gelecek bekliyor.
Ancak yapay zekânın demokratik kullanımı için mücadele edilirse, yeni bir aydınlanma çağına girilebilir.
Biz bu sürecin neresinde oluruz bilmiyorum, bildiğim zaman tünelinde sıkışmış gibi kendi kendimizi imha ediyoruz.