Son zamanlarda yorumsuz haber bulmak neredeyse imkânsız hale geldi. Yorumların önemli bir kısmı da seçime değil de sanki bir kavgaya hazırlanıyoruz kıvamında. İşin tuhafı bu yorumları adaylardan, siyaset ve toplumbilimcilerden çok gazeteciler yapıyor. Çeşitli haber kanallarına, tartışma programlarına konuk olan bazı gazeteciler, meslek etiğini bir tarafa bırakıp, taraf oldukları partinin bir neferi gibi davranmakta bir sakınca görmüyorlar!
Medyadaki sorun artık sadece kamuoyunu manipüle eden yalan yanlış haberlerdeki ısrarın sürdürülmesi değil. İrili ufaklı pek çok partinin kitleleri endişeye sevk eden kutuplaştırıcı, ırkçı, ayrımcı, tehlikeli söylemlerini meşrulaştırmak da değil. Sorun; kendilerini iktidar ya da muhalefete göre konumlandıran bazı gazetecilerin, çeşitli haber kanallarında, tartışma programlarında seçime katılacak adayları ve partileri, kendi siyasi tercihleri üzerinden yorumlamasında. Sandığa gidecek seçmene saygı duymayıp, kendi düşüncelerini ve görüşlerini dayatmasında... Bu da toplumda daha fazla kutuplaşma, daha fazla siyasi
Türk-İş’in kongre salonu tıklım tıklım… 1991’de Türk siyasi tarihinin en sürrealist seçim kampanyasında verdiği vaatlerle iktidar olan Süleyman Demirel kürsüde. İşçiler, Demirel’e seçim öncesi verdiği ama yerine getirmediği sözleri hatırlatarak sataşıyorlar. Demirel, bir sessizlik anını bekliyor ve işçilere dönerek şöyle diyor: “Yapmadım. Bu benim kabahatimdir. Fakat sizin hiç mi kabahatiniz yoktur? Bunların yapılacak işler olmadığını, yerine getirilemeyecek sözler olduğunu, seçimden önce neden söylemediniz?” Demirel, konuşmasının ardından salondan yükselen kahkaha ve alkışlarla kürsüden iniyor!
***
Türkiye şimdi yeni bir seçime hazırlanırken, partilerin seçim kampanyaları yine çeşitli vaatlerle dolu. Buna karşın o kadar uzun süre birbirimizle kutuplaşarak, farklılaşarak, restleşerek yaşadık ki, bugün hayli gergin siyasetçiler ve mizah duygusunu tamamen kaybetmiş, kafası karışık, asık suratlı bir seçmenle karşı karşıyayız. Medya ve siyaset bilimcilerin de durumu farklı
11 Şubat 2003...
Hakkâri’ye kar yağıyor ve Kurban Bayramı’nın ilk günü. 14-15 yaşlarında ortaokul öğrencisi dört çocuk mahallelerinde eski bir medrese önünde sigara içerken, yanlarında bir ekip otosu duruyor. Polisler hemen orada çocukları gözaltına alıp karakola götürüyor. Suçları; karın üzerine, ayakkabılarıyla karı ezerek slogan yazmak! Bu tür davalardan geriye ne kalırsa bizim elimizde de o kalıyor; çocukların dava dosyalarına giren anlatımları:
“... Çocuklar, emniyete götürüldüklerini, bir komiserin kendilerine sinkaflı küfürlerde bulunarak kar üzerinde ayakkabılarıyla slogan yazdıklarına dair suçlamalarda bulunduğunu, saçlarından çektiklerini, tekme ve tokatla kendilerini darp ettiklerini, saatlerce karın altında bekletildiklerini, ayakkabı izlerinin alındığını ve gözlerinin kapalı olduğunu, okumalarına izin verilmeden kendilerine ifade imzalatıldığını, götürüldükleri doktorun kendilerini muayene etmediğini, emniyete tekrar getirildiklerini, yine saçlarından tutmak
Yaşadığımız büyük depremin yarattığı travmadan edindiğimiz toplumsal bilinç ve tecrübeyle belki biraz olsun “değişiriz” diye umutlanıyorsunuz ama hiç öyle olmuyor. Aksine bazı haberler insanda çaresizlik, öfke ve utanç yaratıyor. Çünkü daha felaketin enkazı bile kaldırılmamışken, karşınıza şöyle bir haber çıkıyor: “Betonun kalitesinin düşük olduğu iddiasıyla çıkan tartışma cinayetle sonuçlandı.” Haberde, Avcılar’da kentsel dönüşüm kapsamında yenilenen bir binanın inşaatı için getirilen betonun kalitesiz olduğunu söyleyen Şantiye şefi Vedat Acar’ı, beton firmasında görevli Mehmet Raşit Koruli’nin başına çekiçle vurup, bıçaklayarak öldürdüğü belirtiliyor. Koruli’nin emniyetteki ifadesinde, “betonun kalitesi” yüzünden tartışmanın çıktığını doğruladığı öne sürülüyor. Yani biri işini doğru yapmak istediği için mezara, diğeri işi fırsata çevirmeye çalıştığı için cezaevine giriyor.
***
Oysa
İnsan, dünyayı kendi elleriyle mahvetti. Bir avuç insanın açgözlülüğünün yol açtığı felaketlerle, dünya “yok” oluşa, insanlık ise “çaresizliğe” mahkûm edildi. Birleşmiş Milletler, birkaç yıl önce felaketlere karşı alınacak önlemler konusunda kılını kıpırdatmayan ve sürekli tekrara düşen devletleri uyarırken şöyle demişti: “Kendi mezarımızı kazıyoruz!” Uluslararası Af Örgütü ise hazırladığı bir raporla o mezarın, “dünyanın efendisi” bir avuç insan tarafından yoksul ülke halkları için çoktan kazılmış olduğunu hatırlattı. Öyle de oldu. Dünyanın her yerinde belli aralıklarla yaşanan doğal felaketler sadece yoksulları kayıtlardan, bölgeleri haritadan silmedi, hayatta kalanlar için köklü adaletsizlikleri de beraberinde getirdi. Devletler her felakette ellerindeki kaynakları, gücü ve ayrıcalıkları adaletsiz bir şekilde dağıttı. Öyle ki; iklime bağlı olaylar nedeniyle her yıl ortalama 20 milyonun üzerinde insan ülke içinde yerinden
5 Mart 2023...
Gerek siyaset gerekse medyanın önemli bir bölümü depreme, seçime, seçilecek olana, seçimin olası sonuçlarına ya da günlük siyaset üzerinden yapılan söylemlere o kadar çok odaklandı ki, bir yerlerde hâlâ ve ısrarla çatışmacı bir ortam yaratarak, ülkeyi felakete sürüklemek isteyen “karanlık elleri” fark etmemiş olabilirler mi? Oysa tarihimizde, demokrasimizi sekteye uğratan, ülkeyi kaosa sürükleyen “görünmez eller” daima oldu.
Bursaspor-Amedspor maçında yaşananlar bunun bir kanıtı. Medyanın depremi ve siyaseti konuştuğu saatlerde, Bursasporlu bazı taraftarlar, rakip takımın oyuncularının konakladığı otelin önünde toplanıp ırkçı sloganlar attı. Maç sırasında tribünlerde, terör örgütü PKK ile mücadele görüntüsü altında uyuşturucu, silah ticareti, yasadışı işler ve faili meçhul cinayetlerle anılan Susurluk çetesinin sanığı “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın ve JİTEM’in sembolü Beyaz
1940’lı yıllar. Bertolt Brecht, “Lukullus’un Sorgulanması” adlı eserinde bize dünyanın yeniden sorgulanmasının neden gerekli olduğunu anlatır. Eser, General Lukullus’un ölümünden sonra “Öbür Dünya”da sorgulanışını konu alır. Alt sınıftan oluşan “Ölüler Mahkemesi”nin karşısına çıkan komutandan dünyada “iyi” ve “kötü” ne yaptıysa anlatması istenir. Hangisi ağır basarsa… İyiyse hayata yeniden başlayacak, kötüyse hiçliğe mahkûm edilecek.
General Lukullus, mahkemeye nasıl başarılı bir komutan olduğunu; Roma’ya kazandırdıklarını, şanını, şöhretini, madalyalarını, savaşlarla kazandığı zaferleri anlatır: “Şunu yaptım, bunu yaptım, orayı aldım, burayı yok ettim…”
Mahkeme tek bir soru sorar: “Peki insanlığını kanıtlayabilecek ne yaptın?”
Cevap veremez…
Tanıklar da dinlenir… Onlar da komutanın neden olduğu trajediden, savaşın yıkımından insanlara çektirdiği acılardan söz eder. Fakat orduda görev yapan bir aşçı, bir seferden dönerken
Ülkenin bütün dengelerini bozacak büyük bir yıkım yaşadık. Ortak aklın hukukuyla hareket eden insanlar, deprem mağdurlarına elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyor. Buna rağmen hâlâ tuhaf tartışmaların, ayrışmaların, hesaplaşmaların içinde boğuluyoruz. Çok konuşuyoruz. Oysa bizim sadece çözüm üretmek, felaketi sessizce omuzlayıp, bir an önce işe koyulmak gibi bir derdimiz olmalı.
Bu yaşadıklarımıza bakınca; yıkılmış bir şehri ya da şehirleri yeniden ayağa kaldırmak ne kadar mümkün bilmiyorum… Mesela o yıkık şehirlerin ruhunu dokusunu, kimliğini, kültürünü geri getirebilir misiniz? İşini, aşını, geleceğini…. Belki de dünyada doğal felaketlerle ya da savaşlarla yok olan şehirlerin yeniden nasıl ayağa kalktığını ya da ayağa kaldırmak isterken nerede nasıl hatalar yapıldığını da artık haberlerimize konu etmeliyiz.
Hatırlarsanız, 2004’te Endonezya’da yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan ve tsunamiye yol açan depremde, tıpkı Hatay gibi Aceh şehri de tamamen yıkıldı. 463 yerel ve uluslararası