GEÇEN yazımda, 1950’den başlayarak tarım (ve tarıma dayalı sanayi) sektörünü küçümsememizin, Türkiye’nin kalkınmasının döviz krizlerine gelip tıkanmasına nedeni olduğunu yazmıştım. Bu günlerde, “bilimsel tarım”, “topraksız tarım”, “organik tarım”, “Genleri Değiştirilmiş Organizmalar” (GDO) etrafında koparılan olumlu ve olumsuz yaygaralar, organik gıda üretimine yapılan yatırımlar, “hidroponik” seracılığa yapılan yatırımlar, şarapçılığın gösterdiği hızlı gelişme, tarımın öneminin yatırımcılar tarafından yeniden keşfedilmeye başlandığının işaretleridir.
Ancak önce bu sektörün potansiyelinin bu güne kadar nasıl heba edildiğine bakalım.
Aşağıda birinci tablo tüm gelişmiş ülkeler tarımlarını destekler ve sübvansiyonlarla korurken bizim kendi tarımımızı ne denli ihmal ettiğimizi belgeliyor.
Tarım birinci plan döneminde toplam yatırımlardan %14 civarında pay alırken, tarıma yapılan yatırımlar 21.yüzyılın başında %4,7’ye kadar geriliyor.
Yatırımlardan böylesine yoksul bırakılan Tarım, 21. yüzyılın başında gene de tek başına toplam üretimin %23,1’ini, tarım ürünlerini girdi olarak kullanan tarıma dayalı sanayi ile birlikte ise %61’ini üretiyor!
Tarım ve tarıma dayalı sanayi ikilisi bütün ihmal edilmişliğine karşın, uluslar arası rekabette de başarılı olmuş. 21ci yüz yılın başında ülke ihracatının % 53’e yakın bir bölümünü yapıyorlar. Sıcak para girişleri ve bütün yanlış kur politikalarına karşın tarım ve tarıma dayalı sanayi, İthalat rekabetine de çok iyi bir direnç gösteriyor. 2000’li yıllara girerken Üretimin %61’ini, ihracatın da %52,7’sini yapan Tarım ve tarıma dayalı sanayi sektörü ürünlerinin ithalatı, toplam ithalatın sadece % 16,9’unda kalıyor.
Bu iki sektör, bütün ihmal edilmişliğine karşın, önümüzdeki yıllarda devletin de doğru politikalar izlemesi şartı ile, ekonominin en potansiyelli yatırım alanlarını oluşturuyor.
Yatırımcılarımızın bu sektörleri yeniden keşfediyor olmalarının ekonomimiz için çok olumlu bir gelişme olacağını düşünüyorum, değerli okurlarım.