DEĞERLİ okurlarım, bugün, 2007 başlarında bir okurumdan aldığım mektuba verdiğim cevabı özetleyeceğim. İznini alamadığım için okurumun adını vermiyorum. İlginç bulacağınızı sanırım!
“Önce ‘iç barışı sağlamış bir Türkiye’ özleminiz üzerinde duralım. Türkiye yüz yıllardır bu özlemi gerçekleştirmek için çaba vermektedir. Ancak daha eskiyi bir kenara bırakınız, birinci dünya savaşından bu yana Türkiye’nin barış içinde olmaması için her türlü çaba dış ülkeler tarafından harcanmıştır. Türkiye’yi oluşturan bütün etnik ve dinsel gruplar ayaklandırılmak için emperyalist güçler çaba harcamıştır. Osmanlının sonu Sevr’dir. Avrupa’nın gerçek isteği de budur, bunun da ötesidir. Onlara göre Türkiye’nin Avrupa’da da Küçük Asya’da da yeri yoktur. Türkler buralardan sökülüp atılmalıdır.
Bana son 50 yıldır Türkiye’nin bir ihtilafını gösteriniz ki Batı, Türkiye’yi desteklemiş olsun. Ege kıta sahanlığı konusunda mı, Ermeni konusunda mı, Kıbrıs konusunda mı, PKK konusunda mı Batı Türkiye’nin yanında yer almış, bizi desteklemiştir? Türkiye, kendi sınırlarını Batı güçlerine rağmen kendisi çizmiş tek Müslüman ülkedir. Türkiye’nin iç barışa ulaşabilmesi, Batı ile uzlaşmaktan değil Batıya karşı güçlü ve dik başlı olmaktan geçer. Bunun da şahidi Atatürk dönemidir. Yoksa Batı’nın Türkiye’den isteklerinin nerede duracağı Batı tarafından çizilmiştir. O çizim Sevr haritalarını oluşturur!
Silahlı kuvvetlerin müdahalelerinin bazı sorunları çözememiş olduğu iddia edilebilir, ancak o müdahale olmasaydı ülkenin nereye doğru gidiyor olduğuna gözlerinizi kaparsanız! Türkiye’nin, “Bırakın bir kere araba devrilsin bakalım ne olacak!” deme lüksü asla yoktur. Araba son devrildiğinde onu düzeltmek için Atatürk gibi bir dâhiye gereksinme oldu. Bu sefer kimden medet umacaksınız? Hiç kimse silahlı kuvvetlerin ülkenin iç politikasına karışmasını arzu etmez, eminim ilk önce de silahlı kuvvetler arzu etmez. Arzu etselerdi, Irak’ta, Mısır’da, Pakistan’da ve onlarca Latin Amerika ve Uzak doğu ülkesinde olduğu gibi uzun yıllar başta kalmalarını ne engellerdi?
AB konusuna gelince AB’nin Türkiye politikasını bir cümlede özetlersek:
“Türkiye kazanılması çok pahalı, kaybedilmesi ise çok tehlikeli bir ülkedir!” Bu temel düşüncenin doğal sonucu olarak Müzakereler ne kadar uzatılır, Türkiye bu dönem içinde ne kadar zayıflatılır ve tehlikesiz hale getirilir ise ilerde üyeliğini reddetmek de o denli kolaylaşır. Bu gün ise Türkiye AB ümidini yitirirse Avrupa içindeki birkaç milyon vatandaşı ve güçlü ordusu ile Avrupa için ciddi bir terör riski yaratabilir.
Bu görüşler doğrultusunda, Türkiye’yi bir arada tutan bağlar açıkça zayıflatılmaya çalışılıyor. Türkiye’de bütün etnik grupları bir Millet olarak birleştiren “Ulusalcılık İdeali” düzenli bir biçimde yeriliyor, yerli “İkinci Cumhuriyetçiler” e yerdiriliyor. Atatürk küçültülmeye çalışılıyor. Silahlı kuvvetler iftiralara uğratılıyor. Ülkenin sosyal kumaşı tahrip edilmeye çalışılıyor. Ayrılıkçı gruplar güçlendirilmeye çalışılıyor. PKK sorunu Kürt sorununa dönüştürülmeye çalışılıyor. Çerkezler, Boşnaklar, Lazlar, Arnavutlar azınlık olarak tanımlanıp “hak” aramak için tahrik ediliyor. Alt kimlik - üst kimlik tartışmaları yaratılıyor. Aleviler tahrik ediliyor. Her konuda “Demokrasi Havarisi” olan AB, her ne hikmetse Türk demokrasisini de-stabilize eden seçim yasası ile partiler yasası üzerinde hiçbir şey söylemiyor.
Türkiye’nin AB üyeliğinin 50 yıl sonra söz konusu olabileceği genç kuşaktan bir politikacının, Angela Merkel’in sözleridir. Sarkozy Fransası’nın, Avusturya’nın tutumları orta yerdedir. Ben Merkel’in Türkiye için açıkça söylediği prognoz’dan daha iyimser olabilme lüksüne sahip miyim? Hiç bir önlem almadan her şey yolunda gidiyor gibi bir rahatlama ortamı var mıdır? Bence kesinlikle yoktur!”
Üç yıla yakın bir süre önce Türkiye’yi böyle görmüşüm değerli okurlarım!....