05.10.2024 - 00:31 | Son Güncellenme:
DİDEM SEYMEN
DİDEM SEYMEN- 1988 yılında Ege Üniversitesi Aile Planlaması ve Kısırlık Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde Türkiye’nin ilk başarılı tüp bebek tedavisine imza atmış olan Prof. Dr. Erol Tavmergen, tüp bebeğin dünyadaki 45 yıllık gelişimini anlattı ve sorularımızı yanıtladı…
*Türkiye'deki ilk tüp bebek tedavisini yaptınız, başarılı oldu ve bebekler doğdu. Türkiye'de tüp bebek tedavisine başladığınız ilk dönemi biraz anlatabilir misiniz? Bu süreçte karşılaştığınız zorluklar nelerdi?
Bu hikaye benim açımdan 1981’den itibaren başlıyor. Tüp bebekle ilgili hiçbir çalışma, gelişme, bilgi yoktu. Hiçbir şey. Sadece bilinen şey 1978’de Louise Brown’ın İngiltere'de doğduğu ve böyle bir teknolojinin olabildiği, Amerika, Avustralya, Almanya'da yavaş yavaş başladığı şeklindeydi. 1981’de dördüncü sınıftaydım. ‘Kadın hastalıkları ve doğum seçeyim’ gibi bir plan içerisindeydim. Çünkü benim annem de, babam da kadın doğum uzmanıydı. Kız kardeşimde kadın doğum uzmanı oldu. Babam Dr. Haluk Tavmergen, Ege Üniversitesi tıp fakültesi ve kadın doğum bölümü kurucuları arasındaydı. Daha sonra 9 Eylül Tıp ve kadın doğum bölümü kurucusu oldu. Almanya’da çok meşhur endoskopik cerrahlardan Prof. Dr. Kurt Karl Stephan Semm vardı, anne ve babamın onlarla dostluğu çok iyiydi. Orada da tüp bebek başlamıştı. ‘Endoskopik cerrahi öğrenebilir miyim? Bunu Türkiye’ye nasıl getiririz?’ diye 3 ay Almanya’ya staja gittim. Mezuniyet tezimi ‘Laparaskopik cerrahinin dış gebelik teşhis ve tedasindeki yeri’ konusunda yazdım. Mezuniyetin ardından Kütahya’da iki sene mecburi hizmet yaptım. Daha sonra açılan sınavlarda başarılı olarak ‘Ege Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü’ne asistan olarak girebildim. Girdikten yaklaşık 14 ay sonra Refik Çapanoğlu hoca “Infertilite tedavilerinde belli noktalara geldik. Tekrar Almanya’ya Semm hocanın yanına gitsen” dedi. Gittim, beni çok iyi karşıladılar. Asistan gibi çalıştırdılar, hatta embroloji laboratuvarlarına girdim. Her şey gizli saklıydı ve orada imal ediliyordu. Yani ticari olarak satılan bir şey değildi. Onların hepsinin reçetesini ve nasıl yapıldıkları her laboratuvar kendine göre saklıyordu. Beni bir embrolog gibi çalıştırdılar. Daha doğrusu bir yandan o çalışmaları yaparken hayvan deneylerine soktular. Farelerle öte yandan hamsterlerle. Sabah ameliyatlara giriyor Prof. Kurt Semm’i bire bir asiste ediyordum. Dolayısıyla orada çok ciddi endoskopik cerrahi gördüm. Belli bir süre sonra Türkiye’ye geri geldim. Gelirken gereken bütün plastik malzeme, kullanılacak alet edevat listesi, kültür için almamız gereken bazı kimyasallar; bunların hepsini yanımda da getirdim. Daha da enteresan bir şey yaptım. O tarihte bu fare çalışmalarını Türkiye de yapabilmek için 4 tane dişi 3 tane erkek fare getirdim. Biberonları, sistemleri ile hem de!
*Sonra neler oldu? Ülkeden çıkıp başka bir ülkeye bu malzemeler ve farelerle girerken bir sorun yaşamadınız mı?
Hayır hayır yaşamadım. Sonra kız kardeşim Ege Nazan Tavmergen Göker ile bir embroloji laboratuvarı kurduk. Bir yandan asistanlık yapıyoruz. Öte yandan gecenin ikisinde, üçünde boş kaldığımız saatlerde bu fare çalışmalarını yapıyorduk; işte malzemeleri yıkıyoruz, sterilize ediyoruz gibi böyle gidiyor bu iş. Bu 2 buçuk yıl sürdü. 1987-88’lere geldik. Bu arada bir farede tüp bebek projesi yaptık. Hem el becerilerimizi arttırmak için, hem de biraz kamuoyu yoklaması yapmak, kim nasıl tepki veriyor bakmak için. Biraz da sponsor bulabilmek için. Çünkü İzmir'deki ya da ülkedeki bazı sanayici ya da para verebilecek iş adamlarından para toplayıp bu alet edevatları almaya çalışıyoruz. Üniversitenin imkanları belli. Ve bu aletlerin bir çoğu Türkiye'de yok. Bunları ithal edecek firma da yok. Sonuç itibariyle bunlar Türkiye’ye parça parça geldi. Bu arada biz fare deneylerine devam ettik ve tüp bebek fare yaptık. Hiç insanla alakası yok. Ne anatomisinin, ne fizyolojisinin ama maksat hani böyle bir ilgi yaratmaktı. Tabii basın çok büyük ilgi gösterdi.
‘Yapacağız’ dedik
*Peki insanda ilk tüp bebek çalışması nasıl başladı?
O zamanki bölüm başkanımız ve merkezimizin kurucusu Prof. Dr. Refik Çapanoğlu hoca beni yanına çağırdı. “Bu kadar işi yaptın, basına çıktık filan ama eğer dersen ki biz bunları insanda yapamayız, o zaman vazgeçebiliriz dedi”. Şimdi ama bu kadar işi yapmışız. Gençlik de var tabii. Hocamız bize güvenmiş. Ben ‘Hayır, yapabiliriz’ dedim. Ondan sonra bir ekip kuruldu. Embrolog, üroloji uzmanı, kadın doğum uzmanları. Laboratuvar ve ameliyathane kurmak için faaliyete geçtik. Bakanlığa müracaat ettik. O zaman öyle bir yönetmelik yoktu ve dolayısıyla bir bilim kurulu oluşturdular. Bilim kurulunda görev alan hocalar o tarihte tabii bu konuyu kendileri de yapmış değiller. Yurt dışından bazı örneklerden elde edilen bilgilerle bir denetleme geçirdik diyebilirim. İlk yönetmekte şöyle bir madde vardı, ruhsatı aldıktan bir ay içerisinde uygulama yapılmadıysa ruhsat İptal olacaktır diye. Hemen yine geceler organize ettim, bağışlar topladık, anne olmak isteyenlere ulaşmaya çalıştık. Merkez Ege Üniversitesi’nin yapısından çok farklı, uzay üssü gibi bir oluşum oldu. Duyan hastalar burada tüp bebek varmış diye geldi. İlk tüp bebeği yapacağımız hanımefendi o günkü koşullarda Türkiye'nin ileri gelen bir valisinin kızıydı. Bu hanımefendi de bizden önce İngiltere’de bazı müdahaleler geçirmiş, tüplerin açılması mümkün olamamış. Arkasından tüp bebek uygulaması yapılmış gebe kalamamış çok zor vaka esasında. En büyük avantaj uluslararası platform çok iyi bilinen bir merkezde çok iyi bilinen bir cerrah tarafından da tescil edilmiş tüplerin kapalı olduğu. Her türlü iftiraya uğrayabilirsiniz. O tarihte ‘Normal gebeye tüp bebek yaptılar’dan tutun her şey olabilir. Böyle 10 vaka seçtik. 10 vakanın 7 tanesine uygulamayı ruhsatı alır almaz yaptık. Üçü kaçtı bu arada. 7 taneden 2 tanesi gebe kaldı. Bunlardan bir tanesi az önce bu hanımefendi. İkinci gebemiz de İstanbul'dan gelen Bulgar göçmeni aileydi. O tarihlerde yani 1988’lerde bizim istatistiklerimiz dünya istatistiklerinin çok üstündeydi. Biz yüzde 20-25 civarında bir gebelik elde ediyorduk. Düşünün o zaman dünyadaki en iyi merkezlerde ortalama yüzde 12-13 gibi bir gebelik oranı vardı.
Tabii bu bizi çok motive etti. Ben ilk gebelik testinin başında Ege Hanım ile beklediğimiz, başından kalkamadığımız ve alet analiz yaparken ne sonuç çıkacak diye heyecandan titrediğimiz o günü hiç unutamam. Sonuç pozitif çıktı, inanamadık.
*Almanya’dan getirdiğiniz farelerde tüp bebek denemesi yapmaktan bugün yapay zekalı tüp bebek tedavilerine gelindi. Bu süreç hızlı mıydı yoksa yavaş mı ilerliyor?
Bizim için 1988’den itibaren 36 yıl, dünyada da 1978 den bu yana 45 sene geçmiş. Ya ben şimdi o tarihlerde yaptıklarımızı düşünüyorum. Nasıl yaptığımızı düşünüyorum o ilaçları düşünüyorum. 1990’lı yıllarda çok şey değişmeye başladı ama her şeyi kendiniz bir daha bir daha yapıyordunuz ve sarf edilen eforun haddi hesabı yoktu. O tarihlerde sonra mikro enjeksiyonun devreye girişi bambaşka bir çığır açtı. Erkek intefilitesinde o zamana kadar sperm yoksa maalesef bu erkek kısır diyordunuz. Tabii ki yine de çözemediğimiz şeyler var. Ama şu anda yumurtalık rezerv bozuk olanlarda çeşitli uygulamalar yapılıyor, işte kök hücre çalışmaları var ama daha tam oturmuş değil işte. PRP veyahut da egzozom ya da buna benzer uygulamalar yapılıyor. Yumurtalar dondurulabiliniyor. Evli olmayan insanlarda da yumurta, prezerv kötüye gidiyorsa ya da bir kanser tedavisi olmadan önce ya da aynı şeyi erkekler için yapılıyor ya da dokular donduruluyor çocuklarda. Yani bunların hiçbir tanesi bu işlerin başladığı tarihte hayal edilecek şeyler değildi. Şu anda tabi bambaşka gelişiyor. Mesela genetik analizi yapmak için şu anda biz embriyodan parça almak durumundayız. Şimdilerde artık yavaş yavaş embriyoların bölünme süresinin kromozomal statusla bağlantısı ne kadardır değildir çalışılıyor. İşte bu akıllı sistemler dedikleriniz bütün bunların analizini yaparak sonuca varmaya çalışıyor. Bu embriyo transfer edin şu spermi seçin sistemler gelişiyor artık. Bireyselleşmiş tedavileri kullanıyoruz artık.
Almanya’dan defalarca teklif geldi, İzmir’den asla vazgeçmedim
Babam İstanbulluydu, annem Alman. Ben İzmir’de doğdum ve büyüdüm. Kız kardeşim yurt dışında doğdu ama İzmir’de büyüdü. Sonuçta 1958’den bu yana ailem İzmirli. Asistanlık süresince 3-4 kez Almanya’ya gittiğimde her seferinde “Kal” dediler. Ama ben burada doğdum, büyüdüm ve burada kalmak üzere bu işlere gittim. 1980 yılında üçüncü sınıftayken babamı kaybettim ve kendisi İzmir’de yatıyor. Şimdi annem de burada zaten. Dolayısıyla benim başka bir yere gitmem mümkün görülmüyordu. Hiç düşünmedim zaten ben. Yurt dışında Türk Hava Yollarının bir binanın arkasından kuyruğunu gördüğüm zaman oturup ağlamış adamım, anlatabiliyor muyum? Yani bakın hani milliyetçilik ayrı bir mevzu ama bunları hissedebilmek lazım. Milli maçta İstiklal Marşı duyduğunuzda titreyebilmeniz lazım. İnşallah yeni nesilde böyle düşünür ve bu ülke için gerçekten bir şeyler yapmaya çalışır. Biz İzmirlilerin hisleri farklı yani tabii ki Türkiye apayrı bir konu ama İzmir'de bir bağımlılık. Bırakmak istemiyoruz.