Seçim gündemi arasında gürültüye gitmesine razı olamadığım bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum; eski kuşak solcuların bitmez tükenmez sol düşmanlığı!
Eski solcular, seksenli yıllardan itibaren tuhaf bir dönüşüm hikâyesi yaşıyorlar. Birinci dalga, 12 Eylül’den hemen sonra geldi. ‘Canını kurtaran’ bazıları solculuğun aslında nasıl muzır bir iş olduğunu yaza yaza bitiremediler. Ama ‘kimse kızmasındı, kendilerini yazıyorlar’dı. Dava adına gençlikleri kaybolmuştu; Özal devrinde keşfettikleri bireysellikle, renkli hayatlarla, daha önce neden tanışamamışlardı? Bunun sorumlusu sol ideolojiler, hareketler, hatta ‘siyasal’ olmanın kendisi idi. Büyük dönüşüm geçirenlerin kimisi sol siyasetlerle bağını tamamen kopardı. Diğer birçoğu, sade suya tirit bir düşünsel hesaplaşma ardından, ‘solu yeniden tanımlama’ adı altında kendilerine bir ‘koza’ örüp, içine çekildi. Ancak, sol adına ahkâm kesme alışkanlıklarını bir türlü bırakmadılar.
Eski solcuların tutumu
Neyin değiştiğini, neden değiştiklerini anlatma, siyaseti farklı biçimlerde yorumlama çabası son derece anlaşılır bir şey. Dahası, hakkı verilerek yapılırsa, çok önemli ve değerli bir şey. Ancak, çoğunlukla durum bu yönde gelişmedi. Kendini anlatmanın yerini, başkalarını yargılama ve hüküm verme aldı.
90’lı yılların siyasal gündemini İslamcılığın belirlediği ve 28 Şubat döneminde, kendini liberal veya demokrat olarak tanımlayan eski solcular, tartışmaya fazla müdahil olmak istemediler. En liberalleri, ‘cami ve kışla arasına’ sığamayacaklarını ilan etti, en demokratları ‘Müslümanların neden demokrasi kuramayacağını’ anlatmaya koyuldu. ‘Kamu hizmeti verenlerin değilse de, alanların başörtüsü takabileceğini’ savunanlar, özgürlükçülükte sınır tanımayanlar sayıldı.
2002’de, AKP’nin tüm baskı ve dayatmalara karşı mücadele edip iktidara geldiği dönem, bu olayın ardındaki demokratik dinamiği önemseyip, destekleyen sol demokrat yok değildi, ama bir avuçtu. O zamanlar daha henüz, ‘halka rağmen de olsa daha kaliteli bir demokrasi adına seçim sonuçlarına itiraz eden’lerin sesi yüksek çıkıyordu. Sonra ne olduysa oldu, demokrat, liberal aydınların büyük kısmı ‘sır kapısı’ndan geçti, AKP’nin, ‘Türkiye’nin başına gelen mucize’ olduğu keşfedildi. Bu dönemin ‘çok uzun ve çok hazin hikâyesi’ni yazmaya daha zaman var.
Akan’ın açıklamaları
Bu hikâyenin bugüne gelene kadarki bölümünün özeti ise; eski solcuların, 12 Eylül sonrası içine düştükleri siyasi-varoluşsal sorundan, AKP’nin ‘start’ verdiği, ‘darbe ve darbeciler ile mücadele’ çerçevesinde bir nebze çıktıkları, özgüven kazandıkları ve o özgüvenle ilk iş yeniden sol siyasetlerin ne kadar kötü olduğunu anlatmaya bıraktıkları yerden devam etmeye girişmeleri.
Son olarak, Tarık Akan’ın ancak magazin yazarlarını ilgilendirmesi gereken açıklamaları, sol siyasetle, güya ‘hesaplaşma’ vesilesi oldu. Koca koca adamlar, fırsatı ganimet bilmiş, Tarık Akan üzerinden, sol siyasetin nasıl ‘darbeci’ olduğunu anlatmaya girişmişler. ‘Ne zamandan beri sol siyasetleri Tarık Akan temsil ediyor’ diye soran, en dağdağalı günlerde Tarık Akan’ın, Emel Sayın ile kırlarda koşturduğu filmlerle meşgul olduğunu hatırlayan yok. Hazır kendine solcu diyen ve darbe savunan biri varken, faturayı sol siyasetin gelmişine geçmişine kesmek kurnazlığına kadar düşülmüş.
Geçmişe karşı bu ne bitmez kinmiş! İnsan geçmişte gönül verdiği bir davaya ilişkin hiç mi güzel bir şey hatırlamaz? ‘Teorisi öyle, tarihi böyle ama, uyandırdığı umudun yerini hiçbir şey alamadı’ diye hayıflanmaz?
Her şey bir yana, bu ne ruhsuzluk, ne nursuzluktur, gölgesinde kalan her şeyi kurutuyor!