İnanın, YGS rezaleti ile ilgili bir şey yazmak, bugüne kadar içimden gelmedi. ‘Memleketin daha büyük sorunları var’, sıra gelmedi değil. Tam tersi, memleketin en önemli sorunlarından birçoğu, YGS olayı ile patladı. Ama her şeyden önce olayın kendisi, her türden yorumu anlamsız kılacak ölçüde feci idi. İkincisi, ben de bir öğrenci ‘velisi’yim. Çocuğum yerine koyduğum üç yeğenimden biri, YGS sınavına girmiş bir öğrenci, bu sürecin ne denli zor olduğunu yakından biliyorum, çocukların moralini bozmamaya gayret ediyorum. Ancak, son olarak, savcılığın YGS’ye ilişkin soruşturma talebine ‘takipsizlik kararı’ vermesi ile sabır taşı çatladı.
Dahası, aslında, mesele sadece iki milyona yakın öğrencinin geleceğine ilişkin bir konu da değil, bu ülkede yaşayan herkesin gelmişinin, geleceğinin ne istikamette seyrettiğine ilişkin vahim bir konu. Bu ülkede, hiçbir dönem ‘liyakat’ esasına uygun davranan yönetim anlayışı yerleşmedi. Şimdi, görüyoruz ki, bu konuda olumlu bir gelişme olmadığı gibi, tam tersine ve tam gaz bir gidiş var.
Bir cevapla sıyrılmak...
Zaten, hiçbir kurumun liyakate dayalı seçim yapacağına güven olmadığı için, ‘merkezi sınavlar’ öne çıkmıştı. O nedenle, artık, ‘yüksek lisans’ ve ‘doktora’ öğrencilerini bile büyük ölçüde ‘merkezi sınav’ değerlendirmesini esas alarak seçmek durumunda kalıyoruz. Benim mensubu olduğum akademik alanda, yani sosyal bilimler alanında, doktoraya başvuran öğrenciler arasında, bu alanında mülakatta çok parlak bir performans gösteren öğrenci, zaman zaman merkezi sınavda puanı yüksek ama, doktora yapacağı alanda vasat performans gösteren öğrencinin gerisinde kalabiliyor, en kötüsü merkezi sınav puanı yüksek öğrenci tarafından elenebiliyor. Bu zaten başlı başına bir sorun, ama biz de merkezi sınav kalkarsa, işler iyice sarpa saracak diye duruma rıza gösteriyoruz. Şimdi merkezi sınavların ‘liyakat’ esaslı değerlendirmesine de gölge düşmüş oldu.
Bırakın onu, her şeyden önce, belli oldu ki, bu sınavları düzenleyen kurumun başındaki insan liyakat esasına göre tayin edilmiş değil. Bu kurumun başında, bir milyon yedi yüzü aşkın öğrencinin eğitim geleceğini belirleyecek sınavı eline yüzüne bulaştırmış ve bunun sorumluluğunu yüklenmekten bile kaçınan birisi var. Dahası, bir akademisyenin başına gelebilecek en büyük suçlama, yani ‘intihal’ (akademik hırsızlık) suçlanması karşısında ‘geçmişi bırakalım’ cinsinden bir cevapla sıyrılma yolunu seçmiş bir akademisyen var.
O meşhur rahatsızlık...
En kötüsü, liyakat esasına göre seçilmediği artık aşikâr olan biri, tüm bu olanlardan sonra, siyasi iktidar tarafından ısrarla korunmaya çalışılıyor. Bırakın iktidarı, ‘tarafsız’ Cumhurbaşkanı bile en baştan, sorgulama değil, savunma tavrı sergiliyor. Neyse, son olarak, Cumhurbaşkanımız o meşhur ‘rahatsızlık’ duygusunu ifade etmiş. Olay şöyle cereyan etmiş; bazı gazeteciler Türkiye Kupası’nı izlemeye Kayseri’ye gitmişler, devre arasında Cumhurbaşkanı’na sokulup bu konuda düşüncesini sorma fırsatı bulmuşlar. O da, rahatsızlığını ifade etmiş, ama konuyu ‘dere geçilirken at değiştirilmez’ şeklinde veciz bir değerlendirme ile noktalamış. Madem dereli tepeli konuşuyoruz, ben de o dilden yorumlayayım, yani, Cumhurbaşkanı ÖSYM Başkanı Ali Demir’e, ‘Ordunun dereleri aksa yukarı aksa/Vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa’ demiş.
Yine ‘dere’li bir sözle bitirelim, demek ki, ‘ileri demokrasi’ falan derken, ‘dere tepe düz gitmişiz, arpa boyu yol gitmişiz’, dahası o yolu da geriye doğru gitmişiz.