Pazar günü yazımı, Genelkurmay ve kuvvet komutanlarının istifasından önce yazmıştım. Ama, başka bir vesile ile asker-sivil iktidar ilişkileri üzerine Çiller dönemine bir gönderme yapmıştım. Son olay üzerine yapılan bazı yorumları okuyunca durumun vahametini bir kez daha gördüm.
İstifalar konusunda, kendine demokrat diyen herkesin üzerinde anlaşacağı tek şey ‘eskiden olsa darbe yaparlardı, şimdi istifa ediyorlar’ olabilir. Ama, bence bu bile fevkalade tartışmalı bir yorumdur. Daha doğrusu, ‘darbe yapmaya kalkışırlardı’ olabilir. Bu ülkede, ‘ordu’nun dünya sisteminden ve sınıfsal yapıdan bağımsız bir kurum olduğuna inanmak için hiçbir neden yok. Özellikle 12 Eylül rejiminin adamakıllı bir analizini yapabilen herkes bunu gayet iyi görür. Ama zaten, tüm siyasal tartışma, 12 Eylül sonrasını nasıl tahlil ettiğimize bağlı.
Ordunun sivilleşmesi
12 Eylül rejiminin ardından iki temel yaklaşım, bu tahlili yapmaktan ısrarla kaçınıyor. Bunlardan biri, yeni formlara bürünen, yolu ulusalcı solla buluşan Kemalist yaklaşım, diğeri de sağ-muhafazakâr yaklaşım. Liberal, demokrat ve bazı sol yaklaşımlar ise, Kemalizm’den uzaklaştıkları noktada, sağ-muhafazakâr yaklaşımlarla buluştular. Asker-sivil çatışmasının, siyasi tartışmanın ‘ana ekseni’ olarak sabitlenmesi bu çerçevede gerçekleşti. Şimdilerde, bu çerçeve çarpık bir ‘demokrasi dogma’sı halini aldı. Öyle olduğu için, ordunun sivil iktidarın denetimine geçmiş olması başlı başına demokratikleşme olarak tanımlanabiliyor. Hatta, daha dün, mevcut iktidarın 2002 seçim başarısını, hazmedemeyen, ‘daha kaliteli bir demokrasinin halka rağmen kurulmasını talep eden’ adam, ‘ordunun sivilleşmesi’ üzerine kompozisyon ödevi yazabiliyor. Ama, bu türden oportünizmleri bir yana bırakalım, zira konu ciddi.
AKP iktidarının, sağ-muhafazakâr bir iktidar olması hasebiyle, ülkeye demokratikleşme adına hiçbir mesafe kat ettiremeyeceğini veya kat ettirmediğini iddia etmek de başka bir saplantılı yaklaşımdır. Hiç değilse, bu iktidar ile, toplumsal desteği güçlü bir siyasi iradenin, toplumun bazı talepleri önüne dikilen engelleri nasıl aşacağı görüldü. Çok şükür, laiklik adına, irtica tehdidi öcüsü ile ‘sindirme’nin devri geçti. Bu bile önemli bir adımdır. Ancak bu adımın devamı, başka özgürlüklerin önünü açmak yönünde seyretmedi. Sağ-muhafazakâr bir iktidarın özgürlükler perspektifinin doğal sınırları bu olabilirdi, ama demokratikleşme yönünde yeterince talep, itiraz, eleştiri güçlü bir ses oluştursa, böyle olmayabilirdi.
Sıtmaya razı olmak
Bu noktada, en büyük veballerden biri kendine ‘demokrat’ diyen çevrelerin çoğunun üzerinedir. Zira, gelinen nokta, iktidarın her yaptığını ‘demokratikleşme’ adına alkışlamak, her itirazı ‘statükoculuk’ diye yaftalayıp, sindirme çabasına canı gönülden destek olmanın sonucudur. Darbecilik, statükoculuk ölümünü gösterip, sıtmaya razı olmak, razı etmektir. Bu böyle giderse, sıtma nöbeti içinde yaşayıp gideceğiz.
Kısacası, askerin sivilin denetimine geçmesi, bunu içine sindirmesi yetmez. Bir kere bu denetimin kurumsallaşması, hukuki çerçeveye oturtulması gerekir. Dahası, sivil otoritenin hâkimiyeti militarizmin sona ermesi demek değildir. Militarist zihniyetin topyekün sorgulanması ve sonunun gelmesi gerçekleşmeden demokratikleşmeden söz edemeyiz. O nedenle, Çiller dönemini bir kez daha hatırlamakta fayda var. O zaman da asker-sivil iktidar uyumu vardı ve bu uyum ülkeye kan kusturdu.
Halihazırda, iktidarı ve geniş muhalefeti ile sivil iradelerin militarizmle ciddi bir hesaplaşması söz konusu değil, böyle giderse, bu istifaların ‘devir teslim’ töreninden öte bir anlamı olmaz. Daha öte bir anlamının olması demokratik muhalefetin sesinin gür çıkmasına bağlıdır. Bu gür sesi çıkarmaktan imtina edersek, vebal hepimizin üzerine olacak. Askerin de, sivilin de hışmından korkmak insani bir şey, ama insan olmanın anlamı ‘eşref mahluk’ olmakla sabittir, bu şerefi taşıyamazsak insanlığımızı inkâr etmiş oluruz. Hiçbir korku bu şerefi reddetmenin vebaline mazeret olmaz.