80’lerde, düşük bütçeli bir bilimkurgu dizisindeyim sanki. Bir uzay gemisinin kokpiti. Sisli dumanlı bir ortam. Komutan Zorg az sonra dünyayı yok edecek düğmeye basacak.
Ya da onun gibi bir mizansen. Parlak plastik dekorun sağından solundan yansıyan ışıklar dumanı delmeye çalıştıkça ortaya çıkan gölge oyunundaki şekilleri bir şeylere benzetmeye çalışıyorum. Neon renkler ne kadar da nostaljik ne kadar da retro-futuristik. Ve işte lazer de geldi. Lazer kadar 80’lere ait başka bir şey var mı?
M83, saat tam 21:00’de, kurulmuş bir saat gibi dakik sahneye çıktı. Uzun uzun, hiç acele etmeden, dakikliğin getirdiği kesinlik içinde intro’larını yaptılar. Aynı yeni çıkan “Fantasy” albümünün açılışındaki gibi. Gibisi fazla açılış işte bu zaten. Öyle ya da böyle, bu müziğin ve ışıkların insanı kendine çeken bilinçli ve hesaplı, kurgusal bir mükemmelliyetsizliği, bir yapaylığı var. Başka bir boyut.
“Sahnede olan, mükemmel olmak zorunda değil ki” diyerek bir yudum aldım elimdeki bardaktan. “Hiçbir şey mükemmel olmak zorunda değil, mükemmellik çok sıkıcı” modundayım zaten bir süredir. Kendimi bıraktım, kafama göre sakil bir 80’ler “fantazisi” yaşıyorum burada. Yeni albümün adı da “Fantasy” olduğundan bu ucuz kelime oyunumu da içten içe utanarak seviyorum ve aktarıyorum. Yaşasın ucuzluk. Gülümsedim ve Roundhouse’un ağzına kadar dolu meşhur yuvarlak salonuna baktım. İki gün üst üste “sold out” olan gösterinin bu ilk gecesinde herkes pür dikkat. Ve konser sonuna kadar da müzikle hop oturup hop kalkacaklar.
Türkiye’de konsere gitmeyeli çok oldu, ama hatırlıyorum. Kapı önündeki sigara muhabbeti, sahne önünden daha kalabalık olan mekanlar vardı. Hâlâ böyle bir şey var mı yoksa açık hava festivalleri sağ olsun sigara ve müzikseverlik barıştı mı emin değilim. Seyircinin konser izlemesine (kendim de dahil) burada Londra’da alıştım. İnsanlar konser izleyip sonrasında müzikalite, ışık, akustik gibi konuları ciddi ciddi tartışabiliyorlar. Ana konunun müzik olduğu konserleri seviyorum.
M83 stüdyoda daha elektronik, sahnede daha rock gibi duyulan bir müzik yapıyor. Şarkıların orijinal versiyonlarındaki synthesizer’lar sahnede yerini daha çok gitar, bas ve davul eşliğinde grup müziği anlayışına bırakıyor. Burada durum aynı. Bunun yarattığı etki bir post rock konserininkiyle aynı. Yer yer Mogwai ya da Explosions in The Sky konseri izler gibi büyüleyici geçişler yaşadık.
M83’nin turne üyelerini anmam lazım. Gitarist Theofile Antolinos ve davulcu Julien Aoufi, Tolouse çıkışlı BRUIT adlı post rock ekibindeler ve turnelerde M83’ye katılıyorlar. Bu grubu da dinlemenizi tavsiye ederim. M83 ile yarattıkları sinerji ve elemanların birbiriyle uyumu sahneye çok şey katıyor.
Anthony Gonzales M83’yi 2001’de Nicolas Fromageau ile kurdu. Fransız Rivierası’nın Cannes’a yakın Antibes şehrinde doğup büyüyen ikili daha sonra grup Mute ile anlaşıp işi büyütünce ayrıldılar. Fromageau, Team Ghost adında bir grup kurdu. Ben dinlemeyi severim bu hiç popüler olamamış grubu. Tavsiye de ederim.
Gonzales grubuna bir galaksi adı koyarken (M83) elbette post rock’ı bir tarz olarak temele ve merkeze almıştı. Keyboard’ları daha fazla kullanınca ve atmosfer yaratmada gitar gibi öne çıkarınca kendine has bir karakteri de oldu müziğinin. İşte sahneye bu tam olarak yansıdı önceki gün.
Bu post rock havasından olmalı hit şarkılarına çok girmedi ekip. Midnight City biste geldi. Ondan önce We Own The Sky çok kısa tadımlık bir riff olarak iki şarkı arası bir bağlaç gibi geçti. “Don’t Save Us From The Flames” en iyi hit anıydı galiba. Bu şarkıyı ne çok seviyorum. Ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum. İki arada bir derede iki ucun arasında savuruyor adamı bu şarkı. “Wait” başka bir hit anı. Ama enerjisi daha düşük kaldı. Bence konserin zirvesi 2003 tarihli “Dead Cities, Red Seas & Lost Ghosts” albümünden “Gone”du. Anlatılmaz yaşanır.
Post rock insanları sahneye en fazla bağlayan türlerden biri olabilir. Vokallerin az ya da sembolik olması, şarkının sözlerinin çoğu zaman atmosferin gerisinde kalması ve önemsizleşmesi, seyirci ve sahnedeki müzik arasında saf ve dolaysız bir bağ kurulmasını sağlıyor. Olan biten buydu.
Bana sorarsanız M83 önceki gün Roundhouse’da bir dönem uzaklaştığı bu post rock anlayışına geri döndüğünü ilan etti.
Roundhouse’ın en güzel yanlarından biri de konser çıkışı. Chalk Farm’dan Camden merkeze doğru yürüyünce Camden Lock köprüsünden sola döner dönmez The Hawley Arms var. Amy Winehouse’un en sevdiği, Pete Dogherty’nin zamanında içinden çıkmadığı bu pub’ı turistler bu sebepten çok ziyarete gelir ama aslında burası Londra’da en iyi müzik çalan pub’lardan biridir. Siz giderseniz onun için gidin ben öyle yapıyorum. Ha gitmişken duvarlardaki afişleri, yüzlerce polaroid’i, imzalı fotoğrafları (ve bu fotoların üzerindeki mesajları) incelemek isterseniz o da ayrı tabii.
Bir konser gecesini sonlandırmak ya da bir bilinmeze doğru çekip uzatmak için güzel bir yer.