İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. İtalyanlar Almanların da itelemesiyle Yugoslavya'yı işgal etmişlerdir. Bağıra çağıra konuşan bir sürü İtalyan askeri doluşmuştur Kosova'ya. İtalyanlar Avrupa'nın ortasındaki bu Müslüman kalabalığı anlayamazlar ilk baştan. Çarşaflı kadınlara "bööööö" diyerek takılırlar sokaklarda gezerken. Gezerken dediysem ağır makineli tüfeklerle devriye gezmektedirler sokaklarda. Sırtlarında tanksavarlar, ağır makineliler, roketatarlar, bellerinde el bombaları, tabancalar filan vardır.Bu gezmeler sırasında İtalyan askerlerden birinin canı incir çeker. Bir evin bahçesine dalarlar. Ağır makineli tüfeklerini, tanksavar bazukalarını, el bombalarını, roketatarlarını ağacın dibine bırakıp incir ağacına çıkar ve incir yemeye başlarlar. Evin sahibi yaşlı Türk kadını incirlerine birilerinin dadandığını görür ama hava da alacakaranlıktır. Kimin bahçeye girdiğini anlayamaz. "Kişt, kişt" diyerek iki tane taş sallar kalabalığa doğru... Kadının attığı taşlardan ödleri patlayan İtalyan askerleri ağır makineli tüfeklerini, roketatarlarını, bazukalarını, el bombalarını orada bırakarak bağıra çağıra kaçarlar evin bahçesinden.
Ev benim babaannemin evidir. Ve bu ödlek İtalyanlara karşı ilk taşı atma şerefi daha yıllar öncesinden benim aileme aittir (Bunu da hemen belirteyim).Şu günlerde yaşanan gerginliği bir kenara bırakırsak aslında çok severim İtalyanları. Ailemin yaşadığı topraklar bir kuş uçumudur İtalya kıyılarına. Üstelik en sevdiğim sinemacıların Fellini'nin, Tornatore'nin, Bertolucci'nin ülkesidir. En sevdiğim popçuların Eros Ramazotti'nin, Adriano Çelentano'nun anavatanıdır. Yavru ile Katip'in, Don Camillo'nun, Umberto Eco'nun memleketidir. Modanın, otomotiv sanayiinin, turizmin ama hırsızlığın da başkentidir İtalya. Yıllar önce Can Barslan ve eşlerimizle çıktığımız otomobilli bir Avrupa seyahati sırasında yaklaşık 10 ülke, 30'a yakın şehir gezmiştik. Arabamız sadece Santa Margarita'da soyulmuştu.Daha sonra çıktığımız başka bir seyahatte de pazardan aldığımız otomobil alarmı kutusunun yerinden tuğla çıktığını anımsıyorum. İtalya'ya giren turistleri rehberler uyarır zaten. "Bankamatikleri mümkün olduğunca kullanmayın," diye. Çünkü bunların çoğu bir geceliktir. Portatif bankamatikler yapmıştır çeteler. Getirip şehrin bir meydanına koyarlar. Makinenin içine de bir adam. Siz makineye kartınızı koyarsınız, şifrenizi yazarsınız. İçerdeki adam bastığınız tuşlardan şifrenizi öğrenir. Sonra kartınız geri gelmez. Bir kağıt gelir makineden. Bir problem var lütfen yarın şu şubemize uğrayıp kartınızı alınız diye... Siz gidersiniz, o gece bankamatik de gider. Sizin kredi kartınızla başka bankamatikten para çekerler, sabaha kadar açık yerlerden alışveriş yaparlar. Size de geçmiş olur.Hiç unutmadığım bir Yavru - Katip filmi sahnesini hatırlıyorum. Bir kafeteryada geçer olay. Gazete okuyan adam kendine bir portakal suyu söyler. Yan masada oturan Katip hemen cebinden uzun bir kamış çıkartır. Gazete okuyan adamın dalgınlığından yararlanarak uzun kamışı ile gelen portakal suyunu afiyetle içer. Adam bir yudum içtiği portakal suyunun bu kadar çabuk bitmiş olmasına bir anlam veremese de tabağının kenarına parasını bırakır gider. Yavru ile Katip bu parayı da alırlar ve onlar da giderler.İşte böyledir İtalyanlar. Almanın soğuk disiplininden, Fransızın gereksiz kibirinden eser yoktur onlarda. Sevimlidirler, güleryüzlüdürler, hırsızdırlar, korkaktırlar, kalleştirler, sahtekardırlar ama insandırlar... Bakmayın bugünkü koruma rüzgarına. Her an her şey olabilir o topraklar üzerinde. "Sen de mi Brütüs?" lafını boşuna etmemiş Sezar. Arkasını dayamak için kötü bir yer seçti Apo. Sorgu için gelen savcıya cüzdanını kaptırmadığına dua etsin.