Tophane’de öğle saatleri. Şeritler arası cambazlık yapan sürücülerin yarattığı trafik. Korna sesleri. Kaldırımlarda yemek arasına çıkan çalışanlar, bir yerden bir yere giden yayalar. Uğultulu bir gürültü. Yorgun şehir günü yarılamış ama pek tadı yok. Haziranda sonbaharı yaşamaktan biraz daha bitkin düşmüş. Hava açıyor demeden kapanıveriyor. Bir gridir gidiyor. Derken İstanbul Modern’den içeri giriyorum. İklim birdenbire değişip Akdeniz oluyor. Gülümsüyorum. 5 Mayıs’ta Renzo Piano mimarisiyle kapılarını yeniden açan, son bir aydır herkesin dilindeki Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi İstanbul Modern şehir içinde bir başka şehir gibi. Cittaslow! Aydınlık, ferah feza, dingin, huzurlu. Sokaklarında gezinenler de öyle. Dışarıdaki karmaşadan eser yok burada. Sanatla iç içe olmanın verdiği bir mutluluk hâkim 10 bin 500 metrekareyi adımlayan herkese.
Merdivenlerin başında durup Olafur Eliasson’un küre tavan yerleştirmesi “Senin Beklenmedik Seyahatin”e bakıyorum. Hadi başlasın o zaman. İlk durağım seyir terası. Martılar havuzda nazlı nazlı süzülüyor. Yorgun şehir bütün muhteşemliğiyle karşımda. Müze, adını aldığı şehrin güzelliğini sanat eseri olarak sunuyor bu katta. İnsan bakmaya doyamıyor. Merdivenlerden inip salonları gezmeye başlıyorum. Anselm Reyle’in “İsimsiz” adlı eseri dikkatimi çekiyor ilk. Neon, cam ve hurda metalin kullanıldığı buluntu nesnelerle hazırlanmış. Sanayinin rijitliğine ve gece hayatının ışıltılı atmosferine gönderme yapıyor. Önünden ayrılmak zor. Nuri Bilge Ceylan’ın Hindistan’da çektiği “Baba ve Kız” adlı fotoğrafında, biri selede diğeri babasının kucağında çatık kaşlı iki kız çocuğu; babanın yüzünde keder. Aydan Murtezaoğlu’nun “Kara Tahta”sı, eski harflerden Latin harflere geçişi gösteren. Mustafa Kemal’in eliyle… Balkan Naci’nin “Deli Gömlek”i. Gömleğin boynunda birbirine bakan sanatçının portreleri. Özlemle anıyorum. “Mezarda”, “Zümrüdüanka”, “Hapishanede Ziyafet” ile Semiha Berksoy. Yıllar önce evine söyleşiye gittiğimde yanımda götürdüğüm çiçekleri biz konuşurken yiyip bitiren köpeği geliyor aklıma, yanaklarının kırmızısı. Sarkis’in vitraylarında karşıma çıkan Hrant Dink, elinde olgun bir nar. Ağlayan nar. Mehmet Güleryüz’ün “Yarış Arabası”, Nuri iyem’in iri kara gözlü “Köylü Kadınlar”ı, Fahrelnissa Zeid’in nefes kesen “Cehennemim”i, Gilbert&George’un “Beardover”ı, sınırlamalar, yasaklar ve bunların karşısında bireyin yaşadığı şaşkınlık ve sıkışmışlık hissi. Michelangelo Pistoletto’nun “Renk ve Işık”ı. Aynalar üzerinden görmek ve düşünmek.
Sanat cenneti
Cennette kaybolmuşum hissiyle dolaşıyorum sanatçıların arasında; Kuzgun Acar’dan Murat Akagündüz’e, Halil Altındere’den Yüksel Arslan’a, İpek Duben’den İrfan Önürmen’e, Mehmet Güleryüz’den Bedri Baykam’a… Saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Psikiyatri reçetelerine yazılacak bir mekân olmuş yeni İstanbul Modern. Gam, kasavet kalmıyor içine girdiğiniz andan itibaren. Eserlerin önünde kendiliğinden terapi görüyorsunuz. Bir gün yetmez buraya. İşletmesini C-paces Grubu’nun üstlendiği restoranında Galataport’a demirleyen büyük gemilerin arkasına aldığı İstanbul manzarasında birbirinden nefis yemekler yemek cabası. Taze baharat tozu, limon dilimi, tarator sos ve rokayla hazırlanıp otlu lavaş arasında servis edilen çıtır balık köftesine bayıldım ben.
Mağazasında sanatla paketlenmiş hediyelik eşyalar, sanatçı tasarımı takılar… Kütüphane koleksiyonunda ise güncel olarak Türkçe ve yabancı dillerde 12 bin 500 kitap ve 17 süreli yayın aboneliği bulunuyor ki bu ayrı bir yazı konusu. Özetle, Renzo Piano’nun tasarladığı bu sanat cenneti, az sonra geri döneceğim yorgun ve güzel şehirde yaşamanın ödüllerinden biri. Bu ödülden payınıza düşeni alın. Müzedeki eserler kadar yüzünüze yerleşen mutluluğun resmine de inanamayacaksınız.
İyi pazarlar dilerim.