Tarih 22 Mart 1975. Bütün Türkiye, o gece Stockholm’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması’na kilitlenmiş. Çünkü bu yarışmaya Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” isimli şarkısıyla ilk kez katılacağız. Ülkedeki tüm evlerde bir heyecan. Onlardan biri de Ankara Aydınlıkevler’de birlikte yaşayan bir babaanne ile torununun evi. Bu sahneyle başlıyor, bu hafta 100. kez sahnelenen “Aydınlıkevler” oyunu. Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı, Serdar Biliş’in yönettiği başrollerini Demet Akbağ, Salih Bademci, Burak Dadak ve Sinem Ünsal’ın paylaştığı.
Torun Ayhan televizyonun başında Semiha Yankı’nın çıkmasını bekliyor merakla. 3 puanla sonuncu olacağımızdan habersiz. Babaanne Zühre ise buz kesmiş, evi ısıtma derdinde. Zira ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamaya başlamış, temel ihtiyaç kalemleri ve gıda ürünlerinin temininde büyük sıkıntılar yaşanıyor. Bir de sık sık kesilen elektrik ve su sorunu var. O soba bir türlü yanmıyor. Ayhan, yarışmanın heyecanını yaşarken Zühre yan taraftaki inşaattan kalas çalma peşinde. Yoksa donacaklar soğuktan. Zengin bir aileden gelip fakirliği yaşamanın acısı, o eski güzel günlere özlem ve Zühre’nin medet umduğu bir torba dolusu ilaç. Bir de vazgeçilmezi olan radyo tiyatrosu. Oyunların repliklerini ezbere bildiği.
Böyle bir atmosferde başlıyor oyun. Zühre ve Ayhan, ressam Süreyya, muhtar, camcı, Süreyya’nın imkânsız aşkı Sülün ve diğer karakterlerle birlikte sıcacık bir mahalle ortamındayız. Yardımsever insanlar, bütün zorluklara rağmen kaybetmedikleri neşe, vicdan zenginliği ve masumiyet.
Aşk nelere kadir
En önemli sorun Aydınlıkevler’in ortasındaki duvarın ardında golf oynayan Amerikalılar. Ki bu toplar sık sık Zühre’nin camına isabet edip onu tuz buz ediyor. Hava zaten soğuk. Para desen yok. Ama bu mahallede yaptığı resmi, camcıya hediye edip kırık camın parası konusunda Zühre’yi destekleyen bir ressam var. Ki çok âşık kendisi. Güzeller güzeli Sülün’e. Bütün derdi onunla bir pastanede oturup supangle yemek. Ne var ki Sülün, station arabası olan zengin biriyle evlenip refah bir hayat sürme peşinde. Fakir ressamı ne yapsın? Ama aşk bu! Nelere kadir!
Oyunun ilerleyen dakikalarında Amerikan ambargosunun mahalledeki izlerini sürerken Zühre’nin liderliğinde, mahallenin devrimci gençlerinin katılımıyla başlayan isyana tanık oluyoruz. Şikâyet etmenin bir işe yaramadığını fark edip yola çıkmanın, yolda olmanın verdiği güce de.
Dönen sahne, sahnelere yansıtılan illüstrasyonlar, kanunla çalınan müzik özel bir dinamik katıyor oyuna. Yılmaz Erdoğan’ın kaleminin tadına gelince. Hüzün ve neşe, bolca hayat, kalbe dokunuş, tatlı bir zekâ… “Aydınlıkevler”de de var hepsi. Damağımızda kalan. Oyuncuların tümü şahane. Ama Demet Akbağ’ı yıllar sonra tiyatro sahnesinde izlemenin mutluluğunu tarif etmek zor. İçindeki binbir kadından Zühre’yi çıkarıyor bu defa karşımıza. Yılmaz Erdoğan’ın yarattığı karaktere ruhunu üflüyor. Lütfiye, Siti Ana, Gülseren, Necla, Firuze, Filiz ve diğer Demet Akbağ kadınları… Bize hediye ettiği. Zühre de onlar arasındaki yerini alıyor. Biz o kadınlardan ne çok şey öğrendik. Daha nicelerine…
Özetle artık inanmakta zorlandığımız iyi insanların varlığına olan inancımızı pekiştiriyor “Aydınlıkevler”. Mutlu ediyor, iki saat boyunca mahallelinin arasına karışıp dost oluyoruz her bir karakterle. Bastırılmış isyanlarımızla yüzleşiyoruz. Dayanışma ruhunun gücünü iliklerimize kadar hissediyoruz. Bir kez daha görüyoruz ki, “İnsanın acısını insan alır”.
Umarım dalya demekle kalmaz, sahnelenmeye devam eder “Aydınlıkevler”. İçimizdeki karanlıkları aydınlatmaya.
İyi pazarlar.