Tarih dersi deyince aklıma çağ’lar geliyor! Hani ateşin bulunmasına, tekerleğin icadına, yazının kullanılmasına atıf yaptığımız dönemlere adı veren çağlar! En son bıraktığımda lisedeydim, Fransız İhtilali ile başlayan Yakın Çağ’daydık!
Halen de Yakın Çağ’dayız ama tarihçiler henüz açıklamamış olsa da pandemiyle birlikte yeni bir çağa, Dijital Çağ’a girdik! Yapay zekanın tüm hayatımıza hükmetmesine çeyrek kala, teknolojinin nimetlerinden faydalanıyoruz fazlasıyla! İşte tam da bu gelişmişlik, çağ atlama- çığır atlama döneminde, ne yazık ki bazı değerlerimizi bırakıyoruz geride; Edep gibi, terbiye gibi, görgü gibi…
Son dönemin moda hareketlerinden biri oldu uçakta olay çıkarmak!
Ağzıyla içemeyen, kazandığı parayı hazmedemeyen kişilerin şov yapma yeri oldu uçaklar! En son Türkiye’nin önde gelen lastik şirketlerinden biri olan PETLAS’ın yönetim kurulu üyesi Abdülkadir Özcan’ın, THY’nin Dubai- İstanbul seferinde taşkınlık çıkararak; “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben milyar dolarlık adamım lan! Ben Türkiye’yi satın alırım. Bırak lan, gel buraya lan!” diyerek bağırması, yolculardan birinin çektiği görüntülerle gündeme geldi. Günlerce kamuoyunda tartışılan bu konu, şirketin bu kişiyi yönetimden çıkardığını yazılı olarak açıklamasıyla kapanır gibi olsa da şu soru geçerliliğini korudu; ‘Aslında sen kimsin be terbiyesiz! Kimsinnn!”
Cevap besbelli; HİÇ’sin! Kocaman bir HİÇ hem de! Parayla itibar kazanmaya çalışan, çalıştığı kurumu utandıran, bulunduğu makamı kaldıramayan bir HİÇ!
Eskiden en kullanılan tehditler, asarım- keserim- döverim- seni bitiririm’di. Şimdi içinde küfür içermeyen, kendi küçük- derinliği büyük, tek bir soru cümlesine sığdı en büyük tehdit; “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
‘Bilsen, başına geleceklerini de bilirdin’ diyor yani abi! ‘Belki bilmiyorsun diye, sorunun arkasına saklanmış bir şans daha veriyorum’ demek istiyor! Ya da HİÇ olduğunun farkında da, bir ihtimal tersini duyar diye umutlanıyor. Enteresan bir kelime aslında Hiç! Üç harfli küçücük bir kelime, ne kocaman bir yokluk barındırıyor. Derin bir boşluk, sonsuz bir karanlık gibi!
“Neyin var?” diye soruyorsun, cevap; “Hiç!” İyi değil, kötü değil sadece Hiç! Hayatın anlamını belki de en iyi anlatan kelime olabilir, düşündüm de! Çünkü hayat, bir çelişkiden ibaret bence ve Hiç, bunun tam merkezinde! Tüm bu koşturmacaların, kavgaların, bitmek bilmez hırsların boşluğunu anlatan bir kavram!
Nasrettin Hoca’nın çok sevdiğim bir hikayesi var, bunu anlatan;
“Dönemin valisi, emrindeki yöneticiler ile atının üstünde şatafat içinde girer şehre!
Yol kenarlarında insanlar, el pençe divan selamlarlar valiyi! Tüm bu şatafatlı itaat gösterileri arasında valinin gözleri, bir sokağın köşesinde yere çökmüş, etrafındaki hiçbir şey ile ilgilenmeyen bir adama takılır. Eskisi püskü kıyafetler içinde, saçı sakalına karışmış bu adamın olduğu yere sürer atını ve vakur ;sert bir ses tonu ile bağırır;
- "Be hey hoca! Herkes şehre gelişimi el pençe karşılarken sen kimsin ki yerinden bile kıpırdamıyorsun!”
Hoca istifini hiç bozmadan, sakallarının arasından beli belirsiz gözüken gözlerini valiye çevirerek;
- "Hiç" der!
Vali daha da hiddetlenir;
- "Ne demek hiç! Senin bir adın, şanın ünvanın yok mu bre adam?" der!
- "Senin var mı?” diye hoca sorar bu kez ona!
Vali iyice şaşırır ama cevaplar; "Gafil adam, nasıl tanımazsın, ben valiyim" der.
Hoca aynı ses tonu ile sorar yine; “Peki daha sonra ne olacaksın?"
- "Vezir olacağım" der vali!
- "Peki daha sonra?" diye gene sorar Hoca!
- "Sadrazam olacağım!"
- "Peki ya daha sonra?" diye sormaya devam eder Hoca!
Kısa bir an duraksar vali ve;
- "Hiç" der!
Sadece gülümser Nasrettin Hoca ve; “O zaman niye kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım!”
Derin bakabilirsek aslında göreceğiz ki makam, mevki, rütbe, unvan- bunların hepsi birer ceket! Ceketi asar gideriz oraya buraya! Geriye sadece insanlığımız kalır ve gün gelip de öldüğümüzde sadece çıplaklığımızı yani ruhumuzu götürebiliriz öbür tarafa!
…………………………*……………………………….
ÖYLE BİR ŞEYE TUTUN Kİ!
O kadar çok savaş, vahşet, kan, gözyaşı haberi okuyor, yaşıyoruz ki dine, sanata, başarıya, umuda yani ruhumu yükseltecek, içimi şenlendirecek bir yazı yazmak için fırsat kolluyorum yeminlen!
Ailenizin gündemi takip eden yazarı olma misyonuyla çıksam da yola, onca kaos- huzursuzluk, gaflet ve de delalet içinde bata çıka yürüyorum valla çamurda! İşte tam da zamanında Şeb-i Arus, ne iyi geldi ruhuma!
Şeb-i Arus ile ilgili onlarca yazı yazdım bugüne dek! Başucu kitabım Mesnevi, uyumadan bakarım illa, kalbime ışık, ruhuma zevk! Mevlana'nın dünyadan ayrıldığı, ancak öğretilerinin sonsuz bir ışıkla parlamaya devam ettiği bir anıt gece olarak anılıyor Şeb-i Arus! Kendisinin arzusuyla "Düğün Gecesi" olarak adlandırılan bu özel gün, Mevlana'nın öğretilerinin ve sevgisinin hep süreceğini bizlere hatırlatıyor.
Mevlana’yı hayatta en fazla etkilemiş kişi olan Şems-i Tebrizi, Mevlâna'yı Mevlâna yapandır. Karşılaşıncaya kadar Mevlâna, bir alimdir, Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi! Lakin aklın ve bilimin sınırları içinde dolaşan mantıklı bir İslam aliminden bir fırtına, bir sanatçı çıkaran ise Şems’tir.
İşte Şeb-i Arus haftasında, pek bilinmeyen bir anısını paylaşacağım Mevlana’nın, müsaadenizle;
Denilen o ki günlerden bir gün Mevlana, çok sevip saydığı Şems-i Tebrizi'yi evine davet eder. Şems, eve gittiğinde sorar; “Benim için şarap hazırladın mı?”
Mevlana hayretler içinde kalmıştır; “Sen şarap içiyorsun, öyle mi?
Şems, ‘Evet’ diye cevap verir. Mevlana, bunu önceden bilmediğini söyleyince, Şems; “Madem öğrendin bana şarap ikram et!’ der.
- “Bu gece vakti şarabı nereden bulabilirim?” diye sesli düşünürken Mevlana, Şems; “Hizmetçilerinden birine söyle gidip alsın’ der! Mevlana, şaşkınlıkla; “Sen ne dediğinin farkında mısın, bu yüzden Tanrı’nın karşısında şeref ve haysiyetim beş paralık olur” deyince Şems de; “O zaman, git kendin al!” der.
Mevlana, çaresizlik içindedir; “Bu şehirde beni herkes tanır. Ecnebi mahallesine gidip nasıl şarap alabilirim ki?” deyince Şems; “Eğer bana saygın varsa benim rahatım için bunu yapmalısın. Çünkü ben geceleri şarapsız ne yemek yiyebilir ne konuşabilir ne de uyuyabilirim” diyerek noktayı koyar.
Mevlana, Şems’e olan saygısından ötürü cübbesini omzuna atar, koltuğunun altına büyük bir şişe saklar ve ecnebi mahallesine doğru yola düşer. Yolda karşılaştığı insanlar baştan onun ecnebi mahallesine gittiğini düşünmezler ama usulca da takip etmeye başlarlar. Mevlana’nın bir meyhaneye girdiğini, bir şişe şarap aldığını ve onu sakladıktan sonra dışarı çıktığını görürler. Görenler şaşkınlık içindedirler, Mevlana’nın imamı olduğu herkesin arkasında namaz kıldığı caminin önüne gelince kalabalığın içinden biri; “Ey millet! Her gün arkasında durup namaz kıldığınız Şeyh Celaleddin Rumi, ecnebi mahallesine gidip şarap aldı!” diye bağırarak Mevlana’nın cübbesini çekip atar. Milletin gözü şişededir. Adam devam eder; “Mümin olduğunu iddia eden, sizin de inandığınız bu münafık, şimdi şarap almış, kendi evine götürüyor” deyip Celalettin-i Rumi'nin yüzüne tükürür be başına vurur. Öyle bir vurur ki Mevlana’nın sarığı açılır ve boynuna dolanır. Halk, Mevlana’nın sessizliği karşısında kesin olarak Mevlana’nın sahte takva elbisesi altında onları bir ömür boyu kandırmış oldukları kanaatine varır ve öldürmek niyetiyle ona saldırmaya hazırlanırken Şems birdenbire orada belirir ve haykırarak;
“Ey hayasız insanlar! Dini bütün bir insanı şarap içme töhmeti altında bırakmaya hiç utanmıyor musunuz? Gördüğünüz bu şişenin içinde sirke var, her gün yemeğinde kullanıyor!”
Kalabalıktan biri bağırır; “Bu sirke değil, şarap!”
Şems şişenin ağzını açar ve o kişi de dahil olmak üzere oradaki herkesin avuçlarına, şişenin içindeki sıvıdan biraz döker. Az önce bağıran o kişi, başını döverek Mevlana’nın ayaklarına kapanır ve halk da Mevlana’nın elini öpüp özür dileyerek dağılır.
Yalnız kaldıklarında Mevlana Şems’e sorar; “Bu akşam beni niçin böyle bir facianın içine sürükledin, rezil rüsva olmama izin verdin?”
Şems’in cevabı çok anlamlıdır; “Uğruna gururlandığın şeylerin, seraptan başka hiçbir şey olmadığını anlaman için! Sen bir avuç sıradan insanın saygısının senin için ebedi bir sermaye olduğunu düşünüyordun ama gördün ki bir şişe şarap aldatmacasıyla hepsi yok olup gitti. Senin suratına tükürdüler, başına vurdular ve hatta seni neredeyse öldürüyorlardı. Senin sermayen işte bu kadardı ve bu gece bir anda nasıl yok olduğunu gördün. O halde öyle bir şeye tutun ki zamanın geçmesi ve olayların değişmesiyle yok olmasın!
Ve ekler;
Dünya bir HİÇ! Ehl-i dünya bir HİÇ!
Ey HİÇ! Birleşme HİÇ’le bir HİÇ için!
Ölümden sonra geriye ne kalır, bilir misin?
Aşktır, Muhabbettir,
Gerisi tamamen HİÇ!
…………………………………….*……………………………………….
FABRİKATÖRLERİN EN DEDESİ;
Durun durun, hazır yumuşak, hazır sabırla sükunun halvet olup huzur doğurduğu bir moda girmişken, gelin çocukluğumuzun naftalin kokan zamanlarına, Türk sinemasının tonton amcasına gidelim ziyarete!
Nice jönler geldi geçti; uzun boylu, havalı, yakışıklı! Birçoğunu hatırlamıyoruz belki ama biri var ki o jönlerin oynadığı tüm filmlerde oynadı ve hiç unutulmadı! Kendimi bildim bileli hep yaşlıydı ama bence esas oğlanların hepsinden farklı hepsinden havalıydı! İşte karşınızda hepimizin biriciği, Türk halkının tonton dedesi Hulusi Kentmen!
Bulgar göçmeniymiş Kentmen! Çocukluğu, İzmit Körfez'de geçmiş hatta sanat hayatıyla ilk olarak; "Akçakoca İlkokulu'nda bir tiyatro salonumuz vardı. Birkaç defa orda sahneye çıktım, bulaştı" demişti.
Deniz Astsubayı olarak askerlik görevini sürdürürken ilk kez vodvil türündeki "Hisse-i Şayia" oyunuyla sahneye çıktığında ünlü tiyatro yönetmeni Burhanettin Tepsi'nin dikkatini çekmiş. Hikaye buraya dayanıyor yani! Filmlerde izlediğimiz o ciddi, ailesine bağlı, sıcak ve evcimen tiplemesini ona bu kadar oturmasının sebebi, gerçek hayatında da öyle olmasıydı bence! 60 yıl aynı kadını, Refika Kentmen’i sevmiş, onunla evli kalmış. Filmlerini biliyorsunuz zaten, canlandırdığı karakterleri, repliklerini, ben burada bilmediğiniz bir özelliğinden bahsedeceğim onun!
Yeşilçam’ın tontonu, sadece iyi bir aktör değil çok da iyi bir müzisyenmiş! Hem de öyle böyle müzisyen değil ha, çok başarılı bir keman virtüözüymüş! 1933 yılında başladığı keman ile yolculuğu, vefat ettiği 1993 yılına kasar sürmüş. 1980 yılında İzmir Fuarı'nda Akasyalar Gazinosu'nda Hülya Koçyiğit'le birlikte sahne alarak parodiler oynamış. O sırada hem çaldığı batı müziği eserleri hem de sahnedeki becerisinden sebep Kentmen’e ilgi çokmuş. Ama o sahnede olmayı hiç sevmemiş. O fuardan sonra da bir daha sahneye çıkmamış. Keman çalmaya, sadece torunu Ali Kentmen ile birlikte devam etmiş.
Torunu Melek Kentmen; 'Dedem Hulusi Kentmen' kitabında şunları yazmış; "Gerçekteki Hulusi Kentmen, aslında filmlerindeki gibi fabrikatör biriydi. Ama bunu maddi anlamda söylemiyorum. Görünüşü, giyinişi, o bakımlı halleri... O yüzden insanlar belki de gerçekle gerçek olmayanı karıştırdılar. Gerçekte de filmlerindeki gibi bir hayat yaşadığı sanılıyordu. İşin aslı öyle değil tabi ki! Bir gün dedem köşede dolmuş beklerken bir taksi duruyor. Dedem kafasıyla yok diye işaret ediyor. Taksici yanına yanaşıyor ve "Ayıp ayıp, koskoca fabrikatör olmuşsun taksiye vereceğin parayı düşünüyorsun" diyor!
Küsmesi de meşhurmuş Hulusi Kentmen’in, torunu anlatıyor; “Bir defasında annem bakla seviyor diye bütün bahçeye bakla ektirmiş ve sürekli babaanneme, "Bakla pişir, gelin seviyor" demiş. Aslında annem bakla sevmezmiş ama nedense bu dedemin aklında öyle kalmış. Bir gün babaannem; "Hulusi, kız bakla sevmiyor, zorla yediriyoruz" demiş. Dedem çok bozulmuş hem ikisine de küsmüş hem de bütün baklaları söküp atmış”
500'den fazla filmde rol alan Hulusi Kentmen, tatlı-sert ve babacan rolleriyle adını, Yeşilçam tarihine de küçük-büyük herkesin yüreğine de altın harflerle yazdırdı.
20 Aralık 1993 yılında kaybettiğimiz Kentmen’in 31. Ölüm yıldönümünde, yeri dolmayan, hepimizin dedesi Kentmen’i, saygıyla anıyoruz.
Yerin HİÇ dolmayacak fabrikatörlerin en dedesi!
…………………………..*…………………………………..
HAFTANIN EN’LERİ;
Haftanın Kaybı; Uzun süredir Akciğer kanseriyle mücadele eden ve yaklaşık bir aydır entübe halinde olan Ankaralı Turgut adı ile bilinen Turgut Karataş, 61 yaşında hayatını kaybetti. Ankara havalarının unutulmaz sesine Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyoruz!
Haftanın Tavsiyesi; Depresyona karşı etkili olabilecek bir yöntem! Kış aylarında ortaya çıkan mevsimsel depresyon, balık yiyerek azaltılabiliyormuş! Sebebi de balığın içinde bulunan Omega 3 yağ ve vitaminlerin, ruh halini iyileştirerek depresyon belirtilerini azaltması! Tam da mevsiminde, balık ye- mutlu ol! Tava hamsiyle depresyon mepresyon kalır mı, söylesenize!
Haftanın Anlaşması; Fazlasıyla korkutucu! İngiltere, İtalya ve Japonya savunma ve havacılık sektörleri arasında yapılan anlaşmayla altıncı nesil savaş uçağı sistemi geliştirme projesi, dünyaya tanıtıldı! Silahlı insansız hava araçlarından (SİHA) oluşan bir filoyu kontrol edebilen, radara görünmeyen bir savaş uçağının geliştirilmesine dayanan bu projeye, uçan süper bilgisayar da denebilir. Bu yeni nesil uçağın, 2035 yılında hizmete girmesi ve en az 2070 yılına kadar kullanımda kalması planlanıyor! Bundan da savaş denen katliamın, en az önümüzdeki 50 yıl daha süreceği anlaşılıyor!
Haftanın Tutsaklığı; Tüylerimi diken diken etti! NASA tarafından yapılan açıklamada Boeing mekiğinin arızalanması nedeniyle yaklaşık 7 aydır uzay istasyonunda mahsur kalan astronotların dönüşünün bir kez daha ertelendiği açıkladı! Dünya'ya dönmeyi bekleyen astronotlar Butch Wilmore ve Suni Williams, Boeing tarafından 5 haziranda uzaya gönderilmişler ancak mekikteki helyum sızıntısı sebebiyle o tarihten beri uzayda mahsur kalmış durumdalar! Şubat 2025’te dönmesi planlanan astronotlar, bakalım bu sefer dönebilecekler mi? Uzay filmlerinin meşhur repliği “Bir problemimiz var Houston” gerçek oldu sanki!