Türkiye medyası hemen her dönemde ya askerin ya da siyasi iktidarların gölgesi altında gazetecilik yaptığı içindir ki; hep bir “kimlik” sorunu yaşadı hâlâ da yaşıyor. Haliyle gerekçesi ne olursa olsun doğru habere ulaşma hakkının ihlal edildiğini düşünen okur da faturayı her defasında basına kesiyor; okuduğu habere inanmayarak, yazarına güvenmeyerek, gazetesine sahip çıkmayarak...
Dünyanın birçok demokratik ülkesinde doğru ve ilkeli habercilik kazandırken, Türkiye medyasında yasağın, sansürün, otosansürün yarattığı bu güven bunalımı en iyi haberciliğimizin bile önüne geçmiş durumda.
Nasıl geçmesin?
Düşünün ki; resmi açıklamalara göre; 2010 tarihinden bu yana yani son dört yıl içerisinde kamuoyunu ilgilendiren 150’nin üzerinde haber yasaklanmış. 2010’da 4, 2011’de 36, 2012’de 43, 2013’te 42 ve 2014 yılının ilk altı aylık döneminde 24 olmak üzere toplam 149 yayın yasağı kararı alınmış.
Son yasak dört bakan hakkındaki yolsuzluk soruşturmasına. Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, eski İçişleri Bakanı Muammer Güler, eski AB Bakanı Egemen Bağış ve eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın ifade vereceği komisyondaki ilgili haberlere geldi. Mahkeme kararıyla gelen yasağa gerekçe olarak da Basın Kanunu’nun 3’üncü maddesi gösteriliyor. Yani “basın özgürdür, ancak başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir” deniliyor.
‘Lekelenmeme hakkı’
Ceza hukukuna göre; mahkûmiyet kararı kesinleşmeden hiçbir suçlu ve suç teşhir edilemez. Ünlü olup olmamasının bir önemi yoktur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de durum farklı değil: Adil yargılanma hakkı bağlamında ‘Suçsuzluk Karinesi’ ve onun doğal neticesi olan ‘Lekelenmeme Hakkı’, bireyin sırf insan olmaktan dolayı sahip olduğu vazgeçilmez haklardan sayılıyor.
Fakat Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi aynı zaman da “Bilgi edinme hakkı bir insanlık hakkıdır” da diyor. Kamuoyunu ilgilendiren bir haberde şöhrete bakılmaz, kamu yararının olup olmadığına bakılır da diyor. Dolayısıyla elbette masumiyet karinesi önemlidir. Ancak bu kesinleşmemiş bir yargı kararını kamuoyunda iddialar üzerinden tartışmanıza engel değildir. Yeter ki; henüz suçluluğu kanıtlanmamış kişiler hakkında ‘suçlu’ algısı yaratılmasın.
Yaratılan algı
Ayrıca komisyonun bizzat kendisinin yarattığı algı basının yarattığı algıdan çok daha vahimdir.
CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen, “Meclis Soruşturma Komisyonu kuruluşundan itibaren usulsüz işlem ve kararlarla çalışıyor. TBMM’ye ilk 32 klasör geldi. Savcılar değiştikten sonra şu anda 14 klasör var. 18 klasörü ne oldu” diye sorduğunda sizce kamuoyunda nasıl bir algı oluştu? Medyanın bu sorunun peşine düşmemesini nasıl yorumladı? Üstelik suçlanan bakanlar ‘hediye’ gibi iddiaları kabul etmişken...
Dolayısıyla mahkeme kararlarıyla ‘ulusal çıkarlar’, “özel hayat” “masumiyet karinesi” gibi gerekçelerle medyayı “denetim” altına almaktan, üzerinde sansüre otosansüre neden olacak şekilde baskı oluşturmaktan vazgeçilmesi gerekiyor.
Çünkü artık biliyoruz ki; söz konusu yasaklar bu iletişim çağında hiçbir işe yaramıyor. Aksine medyanın göremediği bir haber, sosyal medyada manüpile edilmiş, dezanformasyon bilgilere yol açan bir başka habere dönüşebiliyor. Dolayısıyla bir haberin hangi durumda haber olup olmayacağını medyanın kendi öz denetimiyle sağlanması gerekiyor. Aksi halde her yasak da hangi durumlarda ve hangi gerekçelerle yayın yasağı uygulamasına gidilebilir? Ya da gidilmeli midir? sorusunu tartışmaya açmak durumunda kalacağız.