Ali Nail Kubalı

Ali Nail Kubalı

ankubali@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Değerli okurlarım, geçen Cumartesi günkü yazımda, Hatip Dicle konusunu ele almış, olayda YSK hakimlerinin yasanın emredici hükmünü uyguladıklarını... Belirli suçlardan hüküm giymiş kişilerin milletvekili olmasının yasalarımızla yasaklanmış olduğunu... Yasaların da milli iradenin tek temsilcisi olan Parlamento tarafından yapıldığını... Parlamento iradesi ile eldeki yasalar değiştirilmedikçe hakimlere yasayı değiştirip farklı uygulama hakkı verilemiyeceğini... Çozümün hakimlerin değil, Büyük Millet Meclisinin, yani Siyasilerin elinde olduğunu yazmıştım.
Parlamentonun yaptığı yasalar 70 milyonun iradesini temsil etmektedir. Hatip Dicle’ye oy verenler de kendisine, bu yasaların çizdiği sınırlar içinde milletvekili olması için oy vermişlerdir. Bu konuda, “Efendim onu seçen 10 binlerce kişinin iradesi ne olacak?!” diye bir dayatmaya girişilmemelidir. O zaman, “O anayasayı ve yasaları yapan, 70 milyon kişinin iradesi ne olacak?” sorusunun cevabını da verebilmek gerekir.
Şimdi gelelim KCK ve Ergenekon/Balyoz sanığı milletvekillerinin durumlarına. Onlarla ilgili durum Hatip Dicle’ninkinden farklı. Onların Milletvekili olmaları ile ilgili hiçbir sorun yok. Mahkum olmaları halinde ise, bu mahkumiyet milletvekili olmalarını engelleyen bir suçtan ise, hüküm kesinleşince milletvekillikleri düşecek. Dicle gibi hükümlü değil, sadece tutukludurlar. Yani suçsuz oldukları karinesi hakimdir.
Buradaki sorun, davalarının görüldüğü mahkemenin bunların tutukluluk hallerinin devamına karar vermiş olmasıdır. Neden olarak da delillerin daha tamamiyle toplanmamış olduğunu, bu delillerin tutuklular tarafından karartılabileceğini ve önemli bir suçtan yargılanmakta oldukları gösterilmektedir. Bu konuda mahkemenin verdiği karar, yasaların yargıçlara bu konuda tanıdığı “vicdani kanaat” yetkisine dayanmaktadır. Yasa tutukluluk halinin devamı için sayılan bu tehlikelerin varlığı hakkındaki kararı yargıçların vicdani kanaatına bırakmış. Ancak hiç şüphesiz ki bu “kanaat”, evrensel hukuk kurallarına uygun “tarafsız” bir kanaat olmalıdır.
Söz vicdana gelince öncelikle şunu düşünelim: “Tutuklu” kişinin suçu kanıtlanmamıştır. Yani mahkum değildir! Öyleyse tutuklu kaldığı yerde mahkumların tabi olduğu sert ve cezalandırma amacı ile uygulanan şartlara tabi olmamalıdır. Bu gün tüm tutuklulara mahkum gibi ceza çektirilmektedir. Buna karşı çıkmamak milletçe işlediğimiz bir insanlık suçudur.
Tutuklu milletvekilleri ile ilgili olarak ise, delillerin toplanmasının hala bitmemiş olduğu ifadesi şu anlama gelmekte: “Bu insanlar şu kadar senedir tutuklu olmalarına karşın henüz suçlu olduklarını kanıtlayan deliller savcılığın ve mahkememizin elinde değildir.” Öyleyse neye dayanarak suçlanmaktadırlar? Ve daha kaç yıl kendilerini suçlayabilecek delillerin ortaya çıkmasını bekleyeceklerdir? Tutuklamak sonradan çıkabilecek delillere mi dayanmalıdır, yoksa eldeki delillere mi? Ayrıca ortada olmayan, var olup olmadığını bile Savcıların ve Polisin bilmediği bu muhtemel delilleri, idari hiç bir yetkileri olmayan bu milletvekilleri nasıl kararlatacaktır? 15-20 milletvekilini izleyip delil karartma faaliyetlerini engellemek Devletimiz için zor mudur? Bence mahkemenin bu gerekçesi tutuklu milletvekillerinin “masumiyet karinesini” güçlendirmektedir.
Mahkeme kararını vermiştir. Ben o karara, ve yargıçlarımızın vicdani kanaatlarına saygılıyım. Tabii ki onlar vicdani kanaatlarını uygulamak için her türlü hakka ve yetkiye sahiptirler.
Ama benim de bir vicdanım ve vicdani kanaatım var, değerli okurlarım!