SEVGİLİ okurlarım, ben bu köşeden laikliğin dünyadaki kökenlerine pek çok kere değindim. O yazılarımda özetle şunları anlatmaya çalıştım:
Hıristiyan dünyası da Ortaçağ’ın (Batılılar o döneme eş anlamlı olarak Karanlık Çağlar ‘Dark Ages’ diyorlar) sonuna kadar ülkeleri ve milletleri dini kurallarla yönetiyorlardı. O tarihlerde tek mezhep olan Katoliklik, Papa aracılığı ile tüm Hıristiyan dünyasına hakimdi. Krallar ve prenslere taçlarını Papa giydiriyordu. O ırallar da ülkelerini Allah adına ve din kuralları ile yönetiyorlardı.
* * *
Halka da din adına yapılan bu yönetimin Allah’ın koyduğu “İlahi Düzen” olduğu söyleniyordu. Bu düzene göre Allah asil kandan gelenlere “yönetmek” yeteneğini ve görevini vermişti, asil kandan gelmeyen basit halk da yönetme yetenekleri olmadığından yönetilmek için yaratılmışlardı. İşte Allah adına ve Allah’ın kuralları ile yönettiğini iddia eden Katolik kiliseleri ve krallar, bu sınırsız ve sorgulanamayan gücü kullanarak halka akla gelmeyecek mezalim yapıyor, işkencelerle ve korku ile onların varlarını yoklarını sömürüyorlardı. Ne zamana kadar? Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya gelip, Hıristiyan halkın, asil kandan gelmeyen Müslüman ve Hıristiyanların okuyup, bilgilenip vezirliğe, sadrazamlığa kadar yükselebildiğini görmesiene kadar!
* * *
Nihayet 1500’lerde Avrupa’da mezhep ayrılıkları ortaya çıktı. Lüter’in takipçisi olan Lüteran ve Kalvin’in takipçisi olan Kalvinist protestanlar, yönetimden pay isteyip bazı kral ve prensleri kendi saflarına çektiler. Böylece Protestan prens ve krallarla Katolik krallar arasında Avrupa’yı bir alev gibi saran 30 Yıl Savaşları (1618-1648) insanların aklını başına getirdi.
* * *
Tüm Avrupa’yı saran ve bir türlü bitmeyen bu savaşlar, devletlerin din ile yönetilmesinin böylesine korkunç kırımlara neden olduğunu gösterecek. Savaştan bezen Katolik ve Protestan kiliseleri çareyi ellerini devlet işlerinden çekmekte bularak faaliyetlerini din ile sınırlayacaklardı. Böylece laik devlet yönetimi demokrasiden önce dünya sahnesine yerleşecekti.
İnsanlık görmüştü ki din bir inanç işidir. İnançlar ile ilgili olarak kimsenin kimseyi ikna etmesine olanak yoktur. Devlet ise mantık ve muhakeme ile yönetilmelidir. Öyleyse inanca ve imana dayalı din, fertler tarafından özgürce uygulanmalı, ama devlet dini inançlarla yönetildiği takdirde inanç farkları bitmeyen çatışmalara neden olmaktadır.
* * *
Değerli okurlarım, geçtiğimiz günlerde Diyanet Vakıfları’nda bir kadın yönetici başını örtüş biçimindeki farklılık dolayısı ile görevden alındı. Bu görevden alınış çeşitli şekillerde tevil edildi ama o hanımın 16 yıl aynı görevi yürütmüş olmasından başka bir mazeret gösterilemedi. Doğal olarak o mazeret de zırva idi. Çünkü esas olan seneler değil işini doğru yapıp yapmadığı idi ki o konuda da kimse birşey söyleyemiyordu. Ama, “Bizden değil” damgası aşılamadı ve bu değerli yönetici görevden alındı.
Hiç şüphe yok ki bunda Diyanet İşleri Başkanı’nın da değişmiş olmasının etkisi vardı. Eski başkan ne kadar, “Kendi arzumla ayrıldım” dese de, Diyanet’te aydınlık bazı uygulamalar yapmış olması onun da göreve devam etmemesinin temelindeki nedendir. Ama bu telaffuz edilmeyecektir. Aynı şekilde ilk okul öğrencilerinin başlarının örtülüp örtülmemesi konusunda Cumhurbaşkanı ve Başbakana da sirayet eden inanış ayrılıkları, gazetelere açıklanacak düzeye kadar tırmanmıştı.
Ülkemizin dirliği için laikliğe sımsıkı sarılmalıyız. Laiklik dünya arenasına, devlet içindeki bu tür inanç ayrılıklarının savaşlara kadar dönüşmesi ile çıkmıştı. Tarihten ders alalım, sevgili okurlarım!