PazarBir onur ve kimlik mücadelesi

Bir onur ve kimlik mücadelesi

13.05.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Remixed&Reimagined" albümü, Nina Simone'un 1967-1974 yılları arasında kaydedilen şarkılarının modern yorumlarından oluşuyor

Bir onur ve kimlik mücadelesi

MÜZİK Faniliğinin dördüncü yılında, günümüz DJ ve yapımcılarınca yeniden yaratılan şarkılarından oluşan "Remixed&Reimagined" albümü, 1967-1974 arasında RCA Records zamanındaki şarkıların modern yorumlarından oluşuyor. Simone şarkıları ile elektronik dans müzik dünyası, dansın özgürleştirici ruhunda buluşuyor. Sosyal temalı kişisel şarkılar, kaliteli elektrocuların elinde ruhları zedelenmeden yenileniyor. Nina Simone öldüğünde, çok az kişi ne büyük bir insanlık değerinin yitirildiğini kavrayabildi. Şimdi plak şirketleri onu arada bir hatırlatmayı ihmal etmiyor. Simone yedi çocuklu yoksul ve siyah bir ailenin altıncı evladı. New York'taki Juilliard Müzik Okulu'na gidiyor; sonra eğitimini sürdürmek istediği Philadelphia Curtis Enstitüsü tarafından siyah olduğu için reddediliyor. Tutucu ailesinin hiddetinden korunmak amacıyla Eunice Waymon olan adını değiştirerek kulüplerde şarkıcılığa başlıyor. 1958 yılında "I Love You Porgy" şarkısı sayesinde şansı dönünce, yolu Carnegie Hall'e uzanıyor. Yaşantısındaki ikinci dönüm noktası, 1962 yılında Siyah Panterler hareketinin önderlerinden Stokely Carmichael ile karşılaşarak mücadele bilincini kavraması. Mississippi'de bir Baptist kilisesinin bombalanıp dört çocuğun öldürülmesinin ardından "Mississippi Goddam"i yazıyor. Siyasi ve insan hakları etkinliklerinde seslendirilen şarkının kaderini, hümanist şair Langston Hughes'un satırları eşliğinde bestelediği "Backlash Blues", "Four Women", "To Be Young, Gifted and Black" ve suikasta kurban giden Martin Luther King için yazdığı "Why? The King Of Love is Dead" gibi şarkılar da paylaşıyor; hiçbiri zamanın radyolarında çalınmıyor."Four Women" veFrank Sinatra'dan yorumladığı "My Way" feminist marşlar olurken, entelektüel bir meydan okuyuş sergileyen Simone, giderek Amerikan devleti ve ırkçı, muhafazakar kesimlerin gözüne batan biri haline geliyor. Hatta bir komplo sonucu vergi kaçırmak bahanesiyle suçlanarak evine el konuyor. 1978 yılında, Amerikan ırkçılığını ve gerici politikalarını protesto etmek için Avrupa'ya yerleşiyor. İsviçre'nin ardından gittiği Londra'da, gönlünü kaptırdığı bir dolandırıcı tarafından dayak yiyerek soyulup terk ediliyor. Bu ruhi yıkımla başarısız bir intihar girişiminde bulunuyor ve Paris'e taşınıyor. 1991'de otobiyografik kitabı "I Put A Spell On You"yu yazıyor. Öfkeli kalabalığın şarkıları Ruh halinin altüst olduğu bu döneminde, gürültü yapan komşularına silah çekiyor, gözlem altında tutularak psikolojik yardım alması isteniyor. 1994-95 arası kırık bir aşk hikayesi daha yaşıyor. Son yıllarında fiziken de kötüleyince, tekerlekli sandalyeyle tanışıyor. 21 Nisan 2003'te 70 yaşındayken yaşama veda eden Simone'un cenaze töreni, repertuvarındaki Jacques Brel şarkısı "Ne Me Quitte Pas" (Beni Terk Etme) eşliğinde gerçekleşmişti. Simone zalim düzende siyah bir kadın olmasının verdiği acılarla yoğurduğu şarkılarında, var oluşunun tüm haklarını avazı çıktığınca haykırmıştı dünyaya. Simone yaşadığımız dünyanın eğlence kültürüne istendiği kadar dans amacıyla sokulsun; bu onun "onur ve kimlik mücadelesi adına yürüttüğü siyah mücadeleye adanmış bir ses" olmasından hiçbir şey eksiltmiyor. Bilinen tüm vasıflarıyla Simone, "ırksal ve sınıfsal belleği" her formatta deklare ediyor. Irksal ve sınıfsal bellek Mutluluk dolu saklı bir huzur var Mehmet Güreli'nin şarkılarında. Beşinci solo albümü "İplerin Kopuşu"nda, umuda tutunan sevinç sanatının iplerini kalınlaştırıyor. Umursamaz tutkularının, bağlanmaya bağlanmayan sevdalarının satırlarına eşlik eden satırlarıyla, sanatının sevincini paylaşıyor. Zengin bir kadroyla kaydedilen new-age temizliğinde pop-rock şarkılar, pop piyasasının zevzek renkleri arasında masumiyetle parlıyor. Sanatının dekatloncusu Güreli. Film çekiyor, oyun yazıyor, resim ve müzik yapıyor, albümler çıkarıyor. Yüzünün yarısını sakalıyla, geri kalanın üçte birini siyah gözlükle kapatan adam, şarkılarında görüntüsünün tersine kalbinin tüm kapılarını ardına dek açıyor. Kopar iplerini umutsuzluğun 16 yaşındayken tesadüfen çıktığı bir TV programında şarkı söyleyen Devon'lu sarışın Joss Stone, müzik tarihinin en şaşırtıcı ve hızlı ününe sahip olmuştu. Virgin firmasının sezgileri kuvvetli yapımcılarından Steve Greenberg tarafından dayanılması olanaksız cazibede bir sözleşmeyle şöhret merdiveninin en üst basamağına sıçratılan bu alımlı, endamlı genç kızcağızın en şaşırtıcı özelliği, sesinin siyahi ve en az onlar kadar güçlü olmasıydı. İkinci albümü "Introducing Joss Stone"da, barış ve sevgi yüklenmiş şarkılarıyla Norah Jones'dan daha kanlı canlı, Amy Winehouse'dan daha derli toplu görüntü çiziyor. 70'li yılların seksi Aretha Franklin ruhunun toprağa düştükten sonra yeniden yeşeren filizi olmaya devam ediyor. Parlayan sabah yıldızı Bu gaddar proje dört yıldır duruyordu karizmatik Avustralyalı şarkıcının dosyaları arasında. Çünkü o uzun süredir elit bir beyefendi gibi yaşamayı kendine meslek edinmişti. Gel zaman git zaman içindeki şeytanlara yenik düştü yeniden Nick Cave ve gençlik aşkı Birthday Party günlerini hatırladı. Haliyle de Cave'in içindeki şeytanlar, yeniden iktidarı ele geçirdi. Karanlık, gürültülü ve kaotik bir müzikle ilk dönemine geri dönen Cave, edebi değeri olan öykülerin yazarı sıfatını kapının dışında bıraktı ve Grinderman adını taşıyan bu projeyi hayata taşıdı; aynı isimle bir albüm çıkardı. Grinderman'ın tüm üyeleri, The Bad Seeds'ten transfer. Albümün duygusal tonları, Miles Davis'in "Bitches Brew" çalışmasının sert rock'a tercüme edilmiş hali gibi. Külleri yeniden yakınca