24.01.2025 - 06:10 | Son Güncellenme:
Yasemin Şener, Mimar- Mimarlık mesleğine yöneliminiz nasıl gerçekleşti? Nasıl bir eğitim aldınız?
KORAY DUMAN Ankara'da büyüdüm. Ortaokul ve lisedeyken daha çok tasarıma merakım vardı. Çocukluğumdan beri ilk hatırladığım şey, en sevdiğim oyuncağın Lego olduğuydu. Onlarla oynamayı, ellerimle uğraşmayı falan çok severdim. O zaman lisede tabii Türk eğitiminin bir parçası olarak matematiğim çok iyiydi. Hocalarım bilgisayar mühendisliği eğitimi almamı tavsiye etmişlerdi ama benim mühendisliğe karşı hiçbir merakım yoktu. Matematik sevgimi ve bu bir şeyleri yapma, tasarlama isteğimi birleştirebileceğim bir meslek olarak gördüm mimarlığı.
Mimarlık eğitimimi ODTÜ'de aldım. ODTÜ’nün bana en önemli katkısı mimarlığın sosyal, kültürel ve siyasi yönleri olduğunu anlamamı sağlamasıydı. Mimarlıkta yaptığımız işlerle toplumu etkileme şansımız olduğunu ODTÜ’de öğrendim. Hocalarım arasında beni en çok etkileyen isimlerden biri Haluk Pamir'di. Haluk hocanın mimarlık, toplum ve şehirler için farklı bir optimizmi vardı. Ondaki mimarlığın toplumu değiştirip dönüştürebilme gücüne olan inançtan çok etkilenmiştim.
YŞ Ardından yüksek lisans için UCLA’e yönlendiniz…
KD Ben UCLA'e başvururken Anthony Vidler orada hocalık yapmaya başlamıştı ve onun çağdaş mimarlık konusu üstünde yazdıkları beni çok etkilemişti. 60'lar ve 70'lerde Avrupa'da ortaya çıkan bazı akımlar, İngiltere’deki Archigram üzerine okumalar yapıyordum. Toplumun değişimini mimarlıkla nasıl yönlendirebiliriz konusu üzerine düşünmek istiyordum ve Anthony Vidler’la çalışmayı, onun derslerini almayı çok istedim. O zamanlar Fredric Jameson da oradaydı, şehir bölge planlama üstüne önemli çalışmalar yapıyorlardı, Los Angeles'ı çok enteresan bir yaklaşımla okuyorlardı. Bir de tabii New York ve Los Angeles gibi şehirlerde aslında kendi bürosu olan tanımış mimarların UCLA’de stüdyo verdiğini fark etmiştim. Öyle bir deneyimin de çok enteresan olacağını düşündüm. Onun için UCLA’ye başvurdum ve kabul aldım.
UCLA aslında ODTÜ'den 180 derece farklı bir eğitim anlayışına sahipti. ODTÜ'de her zaman “az çizgiyle çok anlam verebilirsiniz” anlayışı vardı. Yani çizdiğiniz çizginin önemi vardı. UCLA’de ise tam tersi “ne kadar çok çizgi çizersiniz o kadar karmaşıklığı bir araya getirirsiniz ve oradan mutlaka bir şeyler çıkar” görüşü hakimdi. ODTÜ’deyken maket atölyesine girmemiz yasaktı. Elbette maketleri kendimiz yapardık ancak ahşap metal atölyelerinde üretilecek şeyleri ustalara çizer verirdik, orada ustalar yapardı. UCLA'de tamamen farklıydı. Durmadan bir şeyler üretiyorduk; ürettiklerimizin bir anlamı olmasa da üreterek öğreniyorduk. Öğrenciler önce maket atölyesindeki tüm makineleri kullanmak için bir eğitim alıyordu ve sonrasında kendileri üretiyordu. Orada şey çok öğrendim. “Aklınıza bir şey gelirse yapmaktan tereddüt etmeyin, onu yapmadan ne olduğunu anlayamazsınız” derdi hocalarımız. Yaparak öğrenmeyi teşvik eden bir ortam vardı.
YŞ Yüksek lisanstan sonra çalışma hayatına nasıl adım attınız? Türkiye’ye dönmeyi düşünmediniz mi?
KD ODTÜ’deki son iki senemde Can Çinici ile çalışmıştım. Los Angeles'ta da okulla birlikte Frederick Fisher and Partners ofisinde önce staj sonra çalışma hayatım oldu. Los Angeles'ın New York ya da Londra gibi yeni bir bina inşa etmenin -yer sorunu yüzünden- çok zor olduğu şehirlerden bir farkı var; LA’de yeni ve daha deneysel projeler üretebiliyorsunuz. Frederick Fisher’da çalışırken ofisin projeleri ağırlıklı olarak kültür sanat mekanları üzerineydi; sanatçı stüdyoları, bölgesel müzeler… Orada bir sanat komünitesi yaşıyor ve Fred’in de bu komünite ile çok yakın ilişkileri bulunuyordu. Kültür ve sanat dünyası ile de öyle tanışmış oldum.
YŞ Çalışma hayatınızda ortaklı bir mimarlık ofisi yürütme deneyiminiz var. Ardından 2013’te Büro Koray Duman’ı kurdunuz. Kendi ofislerinizde yol alma hikayenizi anlatır mısınız?
KD Los Angeles'taki profesyonel hayatı çok sevdiğim halde orada yaşamayı sevemedim. Çok dağınıktı ve New York her zaman bana daha sıcak geliyordu. Ardından New York'a taşındım ve orada birkaç ofiste çalıştım ama bir türlü istediğim şeyi bulamadım. O sıralar benim en büyük hayalim kamusal mekanlarla ilgili bir şeyler yapabilmekti. Irak asıllı İngiliz bir arkadaşımla beraber kendi ofisimizi kurduk ve tasarım ürünler satan Design Within Reach firmasının showroom’larını tasarlamaya başladık. Zamanla ofisimiz büyümeye başladı. Bu lokomotif bir iş olarak bana biraz özgürlük sağladı, böylece New York’taki sanat ortamı içerisinde kar amacı gütmeyen daha kamusal işler üzerinde çalışabilme özgürlüğü edindim. Yeni açılan galerilere, genç sanatçılara yardım projeleri yapmaya başladım. Ortağım daha ticari şeyler yapmak istiyordu. Dört seneden sonra ofis zaten kendiliğinden iki ufak stüdyoya dönüşmeye başladı. Ondan sonra ortağım Londra’ya taşındı. Ben de beraber çalıştığım insanları yanıma alarak kendi ofisimi kurdum.
YŞ Proje portföyünüzü incelediğimizde kültür yapılarının önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Bu tip mekanların tasarımı diğer tipolojilerden nasıl ayrışıyor? Yani gerek programları gerek toplumla olan etkileşimleri bakımdan ne tür yaklaşımlarla ele alınmaları gerekiyor?
KD Kültür yapılarıyla ilgili düşünülmesi gereken önemli birkaç şey var. Bir tanesi şu, bu tür yapılara toplumun farklı kesimlerinden insanların geleceğini, gelmesi gerektiğini düşünmek zorundasınız. Aslında bu tarz kültürel, kurumsal veya kamusal mekanların insanları korkutmaması, içinde kullanıcıların kendilerini rahat hissetmeleri gerektiğini düşünüyorum. Kamusal alanlar ve mekanlar, kentlilerin içinde yaşadıkları şehri sahiplenmelerini sağlamak için de büyük önem taşıyor.
Mimarlığın bazen korkutan bir tarafı da bulunuyor. Aslında kamusal mekanların ve kültür mekanlarının amacı insanlara güven vermek, kendini rahat hissettirmek olmalı, dışlamak değil. Ancak şunu fark ediyorsunuz ki bu tür mekanlara girmek, kullanmak ve sahiplenmek genellikle sadece eğitim seviyeleri yüksek insanlar için kolay. Bunun dışında toplumun azınlık konumundaki farklı kesimlerinin de bu mekanları rahatça kullanabilmeleri gerekiyor. Göçmenlerin, ekonomik gelir seviyesi düşük toplulukların, eğitimsiz insanların veya çocukların da o mekanların kapılarından hiç düşünmeden içeri girebilmelerini sağlayabilmek önemli. Bunu o mekana yerleştirdiğiniz bir mobilya ile de sağlayabilirsiniz, yapının cephesinde yarattığınız bir formla da yapabilirsiniz. İnsanların içeriye girmekten şüphe, çekince duymalarını engellemek gerekiyor.
İkinci önemli konu da bu binalar ne kadar çok amaçlı yapılabilirse, toplumun değişik kesimleri tarafından kullanılma ihtimali de o kadar artıyor. Yapıların kullanıcılara esneklik tanıması, o mekanların nasıl kullanılacağını dikte etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Evet yapının veya mekanın özgün olması, insanlara o mekana girdiklerinde özel bir yerdeyim hissini vermesi, heyecanlandırması da gerekiyor. Ancak bu tasarımın bir “background” olmasını gerektirmiyor. Tasarım her zaman insanların fark edeceği bir şey olmalı ama bu noktada uçlara gidildiğinde de mekan bir heykele dönüşüyor ve insanların o mekanla bağ kurmalarını engelliyor. O dengeyi kurmak çok önemli.
YŞ Bu yönde tasarladığınız önemli projelerden biri olan New York, Queens bölgesindeki Noguchi Müzesi’nden söz edebilir misiniz?
KD Ünlü sanatçı Isamu Noguchi koleksiyonu için tasarladığımız bir müze projesi. İnşaatı başlamak üzere. Önünde güzel bir Japon bahçesi bulunan, içinde Noguchi'nin heykellerinin bulunduğu ama başka sanatçılar için sergiler de yapılan bir yer. Müze arazisi, Noguchi’nin eski sanat stüdyosunun karşısında yer alıyor. Buradaki en önemli problem arazinin East River’a yakın olması ve zaman zaman bölgede iklim değişikliği nedeniyle sel sorunu yaşanması. Bölgedeki binaların zemin katlarını su basıyor. Bu nedenle Noguchi’nin stüdyosundaki koleksiyonu koruma altına almak için başka bir bölgeye taşımak zorunda kalmışlar. Artık bu eserlerin müzenin yakınında olmasını istiyorlar. Bu nedenle Noguchi’nin stüdyosunun yanındaki arsada bir depo binası oluşturmayı düşünüyorlar ve bunun için yarışma açıyorlar. Bu yarışmayı kazandık. Önerdiğimiz proje bu depo alanını hem bir arşiv merkezi hem de bir kamusal alan olarak kullanmayı öngörüyordu. Böylece öğrenciler, küratörler ve ziyaretçiler girip arşive rahatlıkla bakabileceklerdi. Bu sanat deposunun ilk katını hareketli raflarla oluşturduk. Raflar kenarlara çekildiğinde ortada çok amaçlı kullanıma açık bir mekan oluşturmak mümkün olabildi. Aslında müzenin özel kullanımı için planlanması düşünülen bir sanat deposunu herkesin kullanımına açık bir kamusal alana dönüştürmüş olduk.
YŞ MoMA PS1 Müzesi’nin renovasyon çalışmalarını üstlendiniz. Projenin kapsamından ve getirdiğiniz önerilerin detaylarından söz eder misiniz?
KD PS1 aslında çağdaş sanat ortamında herkesin bildiği bir merkez. Yani eğer siz çağdaş sanatlarla ilgileniyorsanız, New York'a gittiğinizde gidip gezmek isteyeceğiniz ilk beş yerden biri. Yapı yıllar içinde bulunduğu bölgenin gerçek bir dönüşüm yaşamasına sebep olmuş. Zamanında sanayi bölgesi konumunda olan bu alanda konut gökdelenleri çoğalmış ve yaşayan insan profili değişmiş. Müzeye 2019 yılında atanan yeni direktör çok prestijli bir kurum olsa da PS1’a gelen ziyaretçi sayısının yetersiz olduğunu düşünüyor. 30 yıldır o mahallede oldukları halde o bölgede yaşayan insanların müzeyi ziyaret etmediklerini, binanın gerçek fonksiyonunun bile yeterince bilinmediğini fark ediyor. Böylece yapının daha davetkar bir hale getirilmesi için harekete geçiyorlar.
2020 yılında MoMA PS1 Müzesi tarafından müzenin ikonik avlularını inceleyen bir fizibilite çalışması yapmak üzere görevlendirildik. 1994 yılındaki renovasyon sırasında oluşturulan iki avlu ve giriş kiosku, kurum ve mahalle için büyük değer taşıyordu ancak zamanla erişilebilirliğini yitirmişti. Bu erişilebilirlikle ilgili sorunları bütüncül bir şekilde ele alarak avluların hem mahallenin hem de müzenin bir parçası olmasını sağladık ve müzeyi mahalleliyle bir araya getirmeyi hedefledik.
YŞ Bu proje bağlamında MoMA PS1 Queens'teki mahalle komşularının görüşlerini aldığı “Avlu Koalisyonu” adlı bir katılımcı mimarlık programı uygulamış. Biraz bu koalisyondan söz edebilir miyiz?
KD MoMA PS1 Müzesi, Queens'teki mahalle topluluğunun avlu ile ilgili deneyimlerini çizmeye, yazmaya, hatırlamaya ve gelecekteki alan aktivasyonlarını hayal etmeye davet edildiği “Avlu Koalisyonu” adlı bir dizi süreç odaklı program tasarladı. Program, PS1 ve sanatçılar, mimarlar, şehirciler, topluluk organizatörleri, komşular, sosyal adalet liderleri, ekolojistler, teknoloji uzmanları ve tasarımcılar dahil olmak üzere işbirlikçileri arasında bir dizi iç görüşme başlattı. Bizler de bu programlar neticesinde ihtiyaç ve potansiyelleri belirleyerek PS1 avlularının kamusallaştırılması, giriş kioskunun açık ve erişilebilir olmasına dayalı bir konsept tasarım oluşturduk.
YŞ Mimari anlayışınızı tanımlarken mimarinin sosyal bir altyapı olarak gücüne inandığınızdan ve bu doğrultuda yeni topluluk biçimleri yaratacak mekanlar tasarlamayı hedeflediğinizden söz ediyorsunuz. Bu yaklaşımınızı biraz daha detaylandırabilir misiniz? “Yer” ve “aidiyet” kavramları tasarımlarınız için nasıl bir önem taşıyor? Amerika’da göçmen olmak ve köklerinizin başka bir coğrafyada olması mimarlığınızı nasıl etkiliyor?
KD Başka bir yere göçmen olarak gittiğiniz zaman toplumda her zaman bir önyargıyla muhattap oluyorsunuz. Yani insanlar size direkt olarak bunu söylemese de bir tedirginliğiniz, önyargınız, yalnızlığınız oluyor. Aslında toplumda göçmenlerin veya azınlıkların en önemli potansiyelleri bulundukları sisteme dışarıdan bakabilmeleri ve o sistemle ilgili herkesten farklı düşünebilmeleri. Amerika gibi kozmopolit ülkelerin hızlı gelişip bir güç haline gelmelerinin önemli bir nedeni de bu şekilde çok farklı düşünen insanları, yani göçmenleri bir araya getirmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu çeşitliliğin toplumun gelişmesi için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da göçmen olma psikolojisinin yarattığı çekingenlik ve bazen yaşadığınız ön yargılar yüzünden topluma düşüncelerinizi aktarabilmek için çok daha fazla enerji harcamanız da gerekiyor. Azınlıkların bu çekingenliklerinden kurtulmaları ve topluma entegre olabilmeleri için de kamusal mekanlar çok önemli. Mekanlar farklı insanları bir araya getirebilme potansiyeline sahip. Tabii toplumun bütünleşmesi tek başına mimarlığın başarabileceği bir şey değil ama mimarlık da buna çare olabilmek konusunda önemli bir potansiyel taşıyor.
2000'lerin başında hepimiz bir ütopyaya inandık. İnternet tüm insanları birbirine bağlayacaktı. Bilgiye erişimdeki özgürlük sayesinde dünya yatay bir hale gelecekti, demokrasi her yere dağılacaktı. Hepimiz buna inanıyorduk ama son 15 yılda aslında bunun bir ütopya olduğunu anlamış olduk. Elbette ki internet insanların birbiriyle iletişim kurabilmelerinde büyük rol oynadı. Ama neticede aslında çok da bir yataylık kazandırmadığını, hatta toplumları bölmeye başladığını, insanların daha çok fraksiyonlara ayrıldığını gördük. Sosyal medyada içinde sesimizin yankılandığı bir çember içinde kalmayı, hep kendi düşüncelerimizi duymayı, değişik düşüncelere kapalı olmayı tercih ettiğimiz bir dünyadayız. Dijital ortamda sosyalleştiğimiz için hep bizim gibi düşünen insanları duyuyoruz. Karşıt düşünceleri dinlemiyoruz, takip etmiyoruz. İngilizce'de bunu “eco chambers” olarak adlandırıyorlar. Aslında hepimiz birer “yankı odası” içinde yaşıyoruz.
Hal böyle olunca fiziksel nitelikteki kamusal mekanların toplumu bütünleştirmede büyük öneme sahip olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Günümüz dünyasında fiziksel kamusal mekanların dijital dünyadan da destek alarak değişik görüşlü insanları ve hatta birbiriyle çatışan grupları bir araya getirerek uzlaştırabilme, hatta onları birlikte üretmeye teşvik edebilme potansiyelleri olduğunu düşünüyorum.
YŞ Demokratik tasarımın size çağrıştırdıklarından söz edebilir miyiz? Yaşadığımız gezegende insan, toplum ve doğa arasındaki ilişki kodlarının yeniden belirlenmesi gerekiyor. Mimariyi sömürgeci tutumundan arındırmak, gezegenlerle ve birlikte yaşadığımız diğer türlerle kurduğumuz ilişkiyi mekanlar üzerinden yeniden düşünmemiz, daha özenli bir yaklaşımın önünü açmamız gerektiğine inanıyor musunuz?
KD Mimarlık tabii ki tek başına o güce sahip değil, onun arkasındaki kuruluşların vizyonlarıyla alınan bir yol söz konusu. Ama dünyada, geçmişteki sadece sermayeye hizmet eden eden mimarlık anlayışı sanki yavaş yavaş yerini demokratik bir anlayışa bırakıyor ve bırakması gerekiyor. Hatta artık sermaye sahibi kurumlar ve kişiler de kendilerini topluma daha iyi göstermek için dönüşmek zorunda kalıyorlar. Aslında biz mimarlar sermayeden bile daha geç kaldık bu dönüşüm konusunda. 2000’lerin başına kadar yapı üretiminde piramidin başında hep mimar vardı. Mimar bir orkestra şefi konumundaydı ve eril bir ego ile yönlendiriyordu. Amerika’da son yıllarda yaşanan Hurricane Sandy gibi doğal afetler kentsel planlamacıların, peyzaj mimarlarının öneminin daha çok anlaşılmasını sağladı. Bu disiplinlerin profesyonelleri aslında her zaman iş birlikçi insanlar. Tüm süreci yönetseler bile hiçbir zaman kendilerini bir orkestra şefi olarak görmüyorlar. Zaten bu disiplinlerde çoğunluğu kadınlar ve azınlıklar oluşturuyor. Yani beyaz erkek çoğunluk söz konusu değil. Böylece Amerika’da bir süredir kent ve yapı üretiminde farklı disiplinlerin iş birlikleriyle daha katılımcı bir anlayış ve yatay bir düzlem oluşmaya başladı.
YŞ İklim krizinin etkilerini her geçen yıl daha da yoğun hissettiğimiz günümüzde, “iklim adaleti” kavramı da sıkça tartışılıyor. İklim krizi toplumun tamamını ilgilendirse de bu sorunun ortaya çıkışındaki sorumluluk ve sonucundaki etkiye maruz kalma oranı eşit değil. Kısaca sağlıklı bir çevreye de adil olarak erişemiyoruz. Sizce mimarlar ve şehirciler iklim krizine ve iklimsel adalete duyarlı kentleri ve mekanları nasıl planlayabilirler?
KD New Orleans bu konuda çok güzel bir örnektir. Yani orada bu sel felaketi olduğunda, iklim krizinin etkilediği yerlerin düşük ekonomik gelire sahip azınlıkların yaşadığı yerler olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Daha varlıklı insanların yaşadığı yerler zaten daha korunaklı. Bu da bize gösteriyor ki şehir planlamaları yapılırken farklı ekonomik gelir seviyesindeki insanların bir arada ve eşit koşullarda yaşayabilecekleri bir planlama yapılması gerekiyor. Bunu biz mimarların, plancıların zorlaması gerekiyor. Sosyal konutları kentin içine alarak, kıyılardan ve plansız alanlardan kurtararak, iklimsel olarak kırılgan bölgelere daha hızlı dokunmaya başlıyorsunuz. O kırılgan bölgeleri yerleşime açmak yerine doğaya bırakabilmeli veya o tür hassas bölgelerde daha farklı koruma önlemleri alabilmeliyiz.
Aslında yaşadığımız dönemde bütün dünyaya yavaş yavaş egemen olan konservatif akım bu iklim adaletsizliğinin bir sonucu. Belki de bir 10 yıl sonra büyük olasılıkla Afrika'nın yarısı yaşanamayacak duruma gelecek, Güney Amerika'da bazı yerler yaşanmayacak duruma gelecek ve o insanlar daha refah şartlarda yaşamak için değil, yaşama savaşı vermek için gelişmiş ülkelerin sınırlarına dayanacak. Ve siz onları engelleyemeyeceksiniz. Yani göç dalgaları gelişmiş ülkeleri tehdit edecek. Bu nedenle de tüm dünyanın kolektif bir şekilde bu konuyu düşünmesi ve birlikte çabalayarak önlem alması gerekiyor.
YŞ Şu sıralar üzerinde çalıştığınız en ilginç proje hangisi?
KD 92 yaşındaki kadın sanatçı Agnes Denes yıllar önce Manhattan'ın güneybatısında bir buğday tarlası yaratmıştı sanat eseri olarak. Şimdi Midtown'da büyük bir bina yıkıldı ve iki yıl arazinin boş kalması gerekiyor. O arazide yatırımcılarla ve bu sanatçı ile birlikte bir ayçiçeği tarlası, bir kamusal alan yaratma fikri üstünde çalışıyoruz. Çok heyecan duyduğumuz bir proje bu.
YŞ Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu'nda yer alacak yerleştirme için bir proje önerisinde bulundunuz ve finale kaldınız. Her ne kadar süreç sizin için olumlu sonuçlanmasa da proje önerinizin kapsamı hakkında bilgi verebilir misiniz?
KD Uzun yıllardır New York’taki Mimarlar Odası’nda çeşitli sorumluluklar alıyorum, komite başkanlıkları yaptığım çalışmalar oldu. Güneydoğu Anadolu’daki büyük deprem gerçekleşince biz de Amerika’da yaşayan Türk mimarlar olarak ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Herkes bağış ve yardım çalışmalarıyla ilgileniyordu. O sırada New York’taki Amerikan Mimarlar Odası'nın direktörü beni aradı ve birlikte ne yapabiliriz diye sordu. New York’taki Mimarlar Odası’nın imkanlarını kullanarak Japonya ve Arjantin depremi örneklerini ele almayı, o bölgelerde deprem sonrasında ele alınan projeleri hayata geçiren mimar ve mühendisleri Türkiye’deki mimar ve mühendislerle bir araya getirmeyi ve bilgi alışverişi ortamı yaratmayı düşündük. SALT’ın da desteği ile bir paneller serisi düzenledik. Ardından uzun zamandır tanıdığım ve çok saygı duyduğum iki arkadaşım, akademisyen mimar Ferda Kolatan ve UCLA’de Bölüm Başkan Yardımcısı ve Doçent olarak görev alan mimar Kutan Ayata ile bir araya gelerek Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu açık çağrısı için bir proje geliştirdik. Bu projede üzerine binalar inşa ettiğimiz yüzeyin, altımızdaki toprağın ne kadar hassas ve kaygan bir zemin olduğuna dikkat çekmek istedik. Depremler bu zemindeki doğal yırtıklardan kaynaklanıyor. Ama biz insanlar olarak dünyanın yüzeyinde durmaksızın çok daha fazla yırtık oluşturuyoruz; barajlarla, mermer ocaklarıyla, inşa ettiğimiz yapılarla... Yaratacağımız enstalasyon ile insanların bu konuyu biraz daha sorgulamalarını sağlamayı hedeflemiştik.