Türkiye’nin son zamanlarda izlediği dış politika, uluslararası ilişkilerde şimdiye kadar pek rastlanmayan, yeni bir konsepti gündeme getirdi.
Bu kavrama göre siyasal-askeri bir ittifaka dahil olan bir ülke, gerek duyduğunda, ona rakip veya hısım sayılan başka bir ülke veya örgütle benzer türden bir stratejik bağ kurabilir... Bu politikanın başarılı olması ya da olmaması ise, tabii ittifak ortaklarının böyle bir davranışı ne ölçüde kabul edeceğine bağlı...
***
Bu konuyu uluslararası gündeme getiren olay, NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’dan S-400 savunma sistemini satın alması ve Moskova ile artık resmi demeçlerde de kullanılan terimiyle bir stratejik ortaklık kurmasıdır.
Aslında Soğuk Savaş döneminde böyle “çift boyutlu” bir ilişki biçimi düşünülmezdi bile. Ama 21. yüzyılın başından itibaren uluslararası güç dengelerinde köklü değişiklikler oldu. Gerçi NATO varlığını sürdürdü (hatta genişledi de) ama bu bloka mensup ülkeler Rusya ile yakınlaşmaktan çekinmedi. Bu ülkeler zaman oldu Moskova ile bazı dünya meselelerinde aynı görüşü paylaştılar ve örneğin ABD’nin pozisyonuna karşı çıktılar. Ayrıca birçok Batı Avrupa ülkesi, Rusya ile ticaretten enerjiye kadar birçok alanda sıkı ilişkiler kurdular.
Bu trend Batı bloku içinde kabul gördü, yani sorun yaratmadı. İşin rengi, askeri iş birliği noktasına gelince, değişiverdi.
***
Bu hassasiyet özellikle ABD’de S-400’ler meselesinde yüzeye çıktı. Bu Rus savunma sisteminin NATO sistemlerine entegre edilemeyeceği, hatta örneğin F-35’ler için tehdit oluşturacağı öne sürüldü. Türkiye ise, malum, kendi ulusal çıkarları ve ihtiyaçları gereği, Rus füzelerini, Batı’dan “Patriot”ları alamadığı için tedarik ettiği tezini savundu.
Bu olayın bu kadar hararetli bir tartışma konusu olmasının önemli bir nedeni, bunun mevcut şekliyle bir “ilk” oluştur- masıdır. Evet, Yunanistan’da S-300 füzeleri var, ama bunlar aslında Kıbrıs Rus yönetiminin satın aldığı, Türkiye’nin itirazları üzerine, Girit Adası’na nakledilen ve oradaki depolarda ve yeni operasyon dışında tutulan silahlardır.
***
S-400’ler meselesi vesilesiyle, Türkiye, NATO üyeliğinin kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği başka askeri bağlar kurmasına engel olamayacağı tezini savunuyor. Nitekim S-400 dışında başka silahların, örneğin F-35’in muadili Rus savaş uçaklarının da alınabileceği resmen ifade ediliyor.
Bunun temelinde yatan düşünce, Türkiye’nin NATO üyeliğini sürdürürken, aynı zamanda Rusya ile de stratejik bir ortaklık kurma hakkını kullanabileceğidir. Bu, Güneri Cıvaoğlu’nun geçen cuma günkü yazısında veciz şekilde belirttiği gibi, bir “hem hem” politikasıdır.
Mesele, bunun uluslararası arenada nasıl karşılanacağıdır. Kuşkusuz Rusya bu konsepti hararetle destekler. Putin için bu, sadece Türkiye’yi kendi tarafına çekmek için değil, aynı zamanda NATO’yu bölmek ve zayıflatmak için bir fırsattır. Asıl mesele de bu kavramın Batı’da ne kadar kabul göreceğidir.
Bu konuda ABD Kongresi’nin aldığı tavır ortada. Bununla beraber, son Erdoğan-Trump görüşmesinde bu işin bir uzlaşmayla halledilmesi için ortak bir çalışma grubunun kurulmasına karar verilmesi önemli bir gelişme. Demek bunda bir orta yol arayışı var.
Hasılı, önümüzdeki günlerde bu konudaki uluslararası tartışmalar Türkiye’nin ortaya koyduğu yeni dış ilişki konsepti için bir test olacak.