Bu ayın başlarında Hindis- tan’ın Keşmir’de çoğunluğu oluşturan Pakistan kökenli halka yıllardan beri tanınan imtiyazlı özerklik statüsünü değiştirmeye karar vermesi bölgede büyük gerginlik yaratmış: Yeni Delhi ile İslamabad’ı çatışmanın eşiğine getirmiştir.
Hint makamları, Keşmir halkının bu beklenmedik karara karşı gösterdiği tepkiyi bastırmak için sert tedbirler alırken, dünya bu krizin yatıştırılması için gözlerini Birleşmiş Milletler’e çevirmiştir.
Çin’in girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan mesele, daha ilk görüşmelerde Konsey üyeleri arasında anlaşmazlıklar yaratmış, dolayısıyla, bir karar çıkarmak şöyle dursun, ortak bir deklarasyon dahi yayınlamak mümkün olmamıştır.
Çin tarafından desteklenen Pakistan’ın ümidi, Konsey’in Delhi üzerinde baskı yapması ve Keşmir’in statüsünü değiştirme kararından vazgeçeceğiydi. Oysa ABD ve diğer etkin üyeler Hindistan’a karşı böyle bir tavır almak istemediler.
Hindistan aldığı kararın tamamen kendi “iç işi” olduğunu iddia etti ve bunu yaparken de, BM’nin “iç işlere müdahale etmeme” ilkesini esas argümanı olarak kullandı. Pakistan ve onu destekleyenlerin ise, bu gibi meselelerde BM’nin seyirci kalmaması, görev ve rolünü layıkıyla yapması gerektiğini savundu.
Yani taraflar, kendi pozisyonlarını dayayacak, kendilerini haklı gösterecek farklı, hatta zıt ilkeleri kullanmakta zorlanmadılar.
***
Buna benzer daha birçok örnek var.
Halkların kendi siyasi kaderlerini belirleme hakkı (self determinasyon) BM anayasasında da yer alan bir prensiptir. Birçok millet bu prensibe dayanarak bağımsız- lıklarını uluslararası camiaya kabul ettirmiştir. (Asya ve Afrika’daki eski koloniler, SSCB’den ve Yugoslavya’dan ayrılan ülkeler, anlaşarak ikiye bölünen Çekoslavakya gibi).
Ama öte yandan, BM’nin de kendi kıstasları içinde savunduğu bir ilke var: O da devletlerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğidir. Bu etnik veya dinsel bazda ayrışmayı, bölücülüğü de reddeden bir ilkedir. Üniter yapısını korumak isteyen devletler bu prensibi savunur. (İspanya’nın Katalonya için, Irak’ın Kürt bölgesi için yaptığı gibi).
***
Devletlerin zaman zaman giriştiği “sınır ötesi askeri operasyonlar” diğer bir örnek.
Bu tür operasyonlara, başka bir ülkeden bir güvenlik tehdidi geldiğinde girişilirken, “meşru savunma” hakkı vurgulanıyor ve bunun da uluslararası camiada kabul edilen bir ilke olduğu hatırlatılıyor.
Ancak karşılıklı bir anlaşma olmadığı hallerde, tek taraflı operasyonlar tartışma konusu oluyor ve bu kez başka bir prensip ileri sürülüyor: O da, devletlerin egemenlik hakkı. O zaman girişilen askeri eylem “saldırı” sayılıyor. (Örneğin İsrail’in Suriye’ye veya Gazze’ye karşı eylemleri gibi).
Nihayet çelişkili ilkelerin karışıklık yarattığı diğer bir durum da, Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarında görülüyor. Kıbrıs Rum Yönetimi ve onun yanında yer alan ülkeler, “Münhasır Ekonomik Bölge” ve egemenlik hakkını, Türkiye ise kendi “kıta sahanlığı” hakkını esas alıyor ve çalışmalarının hukuka uygunluğunu bu şekilde gösteriyor. Diğer ilgili ülkeler ise, çelişen ilkeler arasında pozisyonlarını işlerine geldiği gibi ayarlıyor...