Prof. Dr. Mahmut Özer

Prof. Dr. Mahmut Özer

mahmutozer2002@yahoo.com

Tüm Yazıları

İkinci Dünya Savaşı sonrası beşeri sermaye ve meritokrasiye yapılan aşırı vurgu, eğitimin tüm ülkelerde yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu yaygınlaşma eğitimde kitleselleşmeyi getirerek büyük kitlelerin eğitime erişebilmelerini kolaylaştırmıştır. Bu eğilim sadece temel ve ortaöğretimi kapsamamış, yükseköğretim de bundan nasibini almıştır. Ülkeler yükseköğretimi dar bir kesimin erişiminden çıkartarak geniş kitlelere açma politikasını uygulamaya koymuşlardır. Bir başka deyişle yükseköğretim artık elit bir eğitim olmaktan çıkartılarak kitlesel bir eğitime dönüştürülmüştür. Bu dönüşümle işgücü piyasasında yükseköğretim mezunu çalışan oranları artık ülkelerin ekonomik gelişmişliğinin bir göstergesi olarak kullanılmaya başlamıştır.

Haberin Devamı

Çoğu gelişmiş ülkede ikinci Dünya savaşı sonrası başlayan bu süreç ülkemizde gecikmeli olarak 2000’li yıllar sonrasında başlatılmıştır. Bu yıllarda yükseköğretimde net okullaşma oranları %10’lar seviyesinde seyretmekte olup yükseköğretim sistemi tam bir elitist görünüme sahiptir. Yükseköğretime talep sürekli artmasına rağmen bu talebi karşılamaya yönelik arz üretimi çok kısıtlı kalmıştır. Bu nedenle gelişmiş ülkelerdeki eğilime uygun olarak yükseköğretim arzını artırmak için her ile bir üniversite politikasıyla üniversite sayısı hızla artırılmaya çalışılmıştır. Bu politika doğru bir politikadır. Ancak, bu politikanın sürdürülebilir kılınması için yeni açılan üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyacının yeterince karşılanması gerekmekteydi. Yani, ülkemizde tüm disiplinlerden doktora mezun sayısı bu büyümenin talep ettiği ile uyumlu ve orantılı olması gerekiyordu. Yani tek başına doktora mezun sayısının artması da yeterli değildi, ayrıca açılan bölümlerin çeşitliliği ile de uyumlu olması gerekiyordu.

Yükseköğretimdeki bu kitleselleşme politikası maalesef doktora mezun sayısında nitelikli ve uyumlu bir artışla desteklenemedi. 2000’li yılların başında 2 binler seviyesinde olan doktora mezun sayısı artırılmaya çalışılmasına ve bu artışı teşvik edecek politikalara (örneğin 2017 yılında başlatılan 100/2000 YÖK Doktora Programı) rağmen sürdürülebilirliği sağlayacak seviyelere maalesef ulaşamadı. Tüm disiplinlerden doktora mezun sayısı 10 binleri ancak yeni geçebildi. Oysa yükseköğretimde bizdeki gibi kısa sürede hızla genişlemeyen ve dolayısıyla acil öğretim üyesine ihtiyacı olmayan gelişmiş ülkelerde bile tüm disiplinlerden doktora mezun sayısı bizimkinin çok üzerinde olduğu gibi bu oran uzun yıllardır aynı seviyede seyretmektedir. Örneğin, Almanya’da son 40 yıldır doktora mezun sayısı istikrarlı bir şekilde 20 binlerin üzerinde gerçekleşmiştir.

Haberin Devamı

Hal böyle olunca yeni kurulan üniversiteler ihtiyaç duydukları öğretim üyesini temin edemeyerek beklenen yükseköğretim arzını sağlayamadılar. Bu durumda yükseköğretimde kapasite üretimi için mevcut (özellikle 1992 yılı öncesi kurulan) üniversiteler ve açıköğretim programları kullanıldı. Oysa bu büyümenin amacı, yükseköğretim arzının ağırlıklı ve giderek artan bir şekilde yeni kurulan üniversitelere kaydırılarak özellikle uzun geçmişe sahip üniversitelerin lisansüstü eğitime ve araştırmaya daha fazla odaklanabilmelerine imkân verilmesiydi. Bu istenen düzeyde sağlanamayınca bu üniversitelerdeki öğrenci kapasite artışları öğretim üyelerinin ders yüklerini artırdığı için araştırma performanslarını da olumsuz etkiledi.

Haberin Devamı

Açıköğretim hayat boyu öğrenme seçeneğidir

Diğer taraftan, yükseköğretim kapasitesinde açık öğretime ağırlık verilmesi başka sorunlara yol açmaktadır. Açıköğretim hayat boyu eğitim seçeneği iken gençler için bu seçeneğin ağırlıklı kullanılması, gençlerin kişisel gelişimleri için kritik öneme sahip kampüs yaşamından uzaklaşmalarına, ülkemiz için bir fırsat penceresi olan gençlerin sadece yükseköğretim olarak değil ayrıca kültür, sanat, spor, akran eğitimi gibi çok boyutlu ve nitelikli yetişme imkânlarından yoksun kalmalarına yol açmaktadır. Örneğin, 2021 yılında devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin yaklaşık %58’inin (4 milyon 454 bin 128’i) açık öğretim programlarına kayıtlı olması, bir başka deyişle, kampüslerde eğitim görmesi gereken öğrencilerin yarısından fazlasının yükseköğretime sadece uzaktan erişebilmesi sorunun büyüklüğüne işaret etmektedir. Son zamanlarda YÖK’ün açıköğretim kapasitesini daraltmaya çalışması bu bağlamda doğru bir politikadır.

Uluslararası Rekabetin Vazgeçilmezi

Doktora mezunları, bir ülkede yükseköğretimin öğretim üyesi ihtiyacını karşılamanın ötesinde inovasyon ekosisteminin vazgeçilmezleri olup yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve küresel rekabette büyük katkı sağlamaktadır. Doktora mezunları işletmelerin katma değeri yüksek üretim süreçlerinde de büyük avantaj sağlamaktadır. Diğer taraftan, özellikle yapay zekâ teknolojilerinin yaygınlaşması lisansüstü eğitimin önemini tekrar gündeme getirmiştir. Doktora eğitimi gelişmiş ülkelerde artık geçmişe göre oldukça yaygınlaşmaktadır. Doktora eğitimi ile beyaz yakalılar yapay zekânın istihdamda yol açacağı olumsuz etkilere karşı daha dayanıklı kılınmaya çalışılmaktadır. Kısaca, bir ülkede doktora mezunlarının sayısı ve niteliği, o ülkenin bilim, teknoloji, ekonomi ve toplumsal refahı açısından gelecekteki başarısının önemli göstergelerinden birisini oluşturmaktadır.

Bu nedenle, doktora eğitiminin teşvik edilmesi ve mezunların aktif olarak değerlendirilebileceği bir ortamın sağlanması, sürdürülebilir kalkınma için stratejik bir öneme sahiptir. Ülkemizde yükseköğretimin bu alandaki performansı, üniversitelerin ihtiyaç duyduğu doktora mezun sayısını karşılamaktan bile uzak iken mevcut ekosisteme ve işgücü piyasasına böylesine bir kapsamlı destek sunabilmesi mevcut haliyle mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla doktora eğitimi çok boyutlu olarak masaya yatırılmalı ve iyileştirilmelidir. Bu sorun sadece YÖK’ün ve üniversitelerin sorunu da değildir. Milli Eğitim Bakanlığı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK ve TÜBA da süreçte aktif rol almalı ve birlikte çözümler geliştirmelidir. Yapılacak iyileştirmeler yükseköğretimdeki büyümeyi sürdürülebilir kılacağı gibi üniversitelerimizin bilimsel performansını da güçlendirecek, dahası işletmelerin inovasyon kapasitesini artırarak işgücü piyasasını da tahkim edecektir.