Benim ilk izlediğim kurultay oldu CHP 37. Büyük Kurultayı. Şanssızlığım, onun da korona pandemisi gölgesinde yapılması.
Organizasyon olarak koronaya karşı her türlü önlem alınmış, her 10-15 metreye dezenfektan istasyonları kurulmuş. Delegeler maskeli gezmeye ve tokalaşmamaya özen gösterdiler. İlgimi çeken ise, klasik dirsekleri değdirerek tokalaşma yerine, yumruklarını hafifçe değdirerek “ten tene” temastan vazgeçememiş olmaları.
Parti yöneticilerinin ne düşündüklerini her gün medyada okuyoruz, görüyor ve duyuyoruz. Ben daha çok delegenin düşüncelerini, beklentilerini, onların da “dostlarla iktidar”a inanıp inanmadıklarını öğrenmeye çalıştım.
CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILI PROJESİ
Kurultayın en heyecan verici yönü, yeni seçilecek PM’ye çizilen vizyon ve misyondu; “Cumhuriyetin Birinci Yüzyılı”nın bitmesine 3 yıl kaldı, artık Türkiye’yi geleceğe hazırlayacak “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Projesi”nin hazırlanması. Bu projenin içeriği çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve genç kuşakları gelecek yüzyıla hazırlayacak. PM üyelerinin tarihi bir misyon ve sorumluluk üstlendiler. Buna çok önem verdim ve yakından izleyeceğim.
KILIÇDAROĞLU TÜRKİYE’NİN ‘TUTKALI’
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını bütün delegeler ayakta alkışladı. Amfiteatr biçimindeki koltuklara hızlı bir baktım ve göremedim ama Elazığ Milletvekili Gürsel Erol’un konuşmasından anladığım kadarıyla, bir veya birkaç delege ayağa kalkmamış ve alkışlamamış.
Genel başkanlığa adaylığını açıklayan Aytuğ Atıcı ve İlhan Cihaner delegeden teveccüh bulup, adaylık için yeterli imzayı toplayamadılar. Her ikisinin de konuşmasını “öfkeli” buldum. Yeterli imzaya ulaşılamaması “öfkenin baldan tatlı” olmadığını gösterdi.
Aslında delege CHP’nin iktidarına inanmış. İktidara giden bir partide genel başkan değişiminin söz konusu bile olmadığını, Kılıçdaroğlu’nun 67 geçersiz oy dışında verilen bütün oyları alarak yeniden genel başkan seçilmesi de gösteriyor.
Delege, Kılıçdaroğlu’nu, Berhan Şimşek’in ifadesiyle, “Türkiye”nin tutkalı olarak görüyor ve büyük saygı duyuyor. Kendilerini “ülkücü” olarak ifade edenlerin ağırlıklı olduğu İYİ Parti’yi, “Milli Görüş” geleneğinin devamı olduğu iddiasındaki Saadet Partisi’ni ve CHP’yi bir araya getiren “tutkal”ın Genel Başkan olduğunda hemfikirler. Bu üç siyasi eğilimin Türk Siyasi tarihinde ilk defa ittifak kurduğunu vurguluyorlar ve bundan hoşnutlar.
‘TEK BAŞINA’ İKTİDARDAN ‘DOSTLARLA İKTİDARA’
Siyasetçi iddialı olur. Öyle ya, tek başına iktidar olma iddiasında olmayan bir partiye kararsız seçmen neden oy versin! Bu sebeple bütün siyasi partiler tek başına iktidar olma iddiasıyla seçime girer.
Tek başına iktidar olma söylemi, “dostlarla iktidar” olma söylemi ile “iddialı olma” düzleminden çıkıp, “gerçekçi olma” düzlemine geçmiş. Etkisi büyük olacak. Çünkü “dostlarla iktidar” olma iddiasındaki parti, Türkiye’nin ikinci büyük, normalde birinci parti olma iddiasında olması gereken parti.
“Dostlarla iktidar olma” söylemini CHP delegesi de hemen benimsedi. Ama asıl olan, “dostlar” üzerindeki etkisi.
Kılıçdaroğlu’nun “ittifak ortaklarımız”, “birlikte hareket ettiğimiz” gibi nitelemeler yapmaması, “dostlarımız” ifadesini kullanması, öyle anlaşılıyor ki bilinçli bir seçim. Türk kültüründe menfaat ve ortak amaçlar üzerine kurulan ittifaklar bozulur ama çıkara dayalı olmayan dostluklar bozulmaz. Bu söylemle CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’ne ittifak ortağından daha fazlası olduklarını, “dost” olduklarını ima etmiş oldu. Karşılık bulacak mı, henüz bilmiyoruz.
DELEGENİN ÖNCELİĞİ EKONOMİ
Kılıçdaroğlu konuşmasını iki ana bölüme ayırmıştı, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı 5 temel sorun ve 13 çözüm önerisi.
Ekonomi hukukçusu olarak alanımla ilgili sorunlara ve çözüm önerilerine odaklandım. Ekonomik bağımsızlığın tehlike altında olduğunu, toplanan vergilerin ve yapılan borçlanmaların büyük bir kısmının içeride ve dışarıda bir avuç çıkarcıya aktarıldığını söylerken, “Londra’daki bir avuç çete”den bahsetti. Bu söylem, İBB’nin yurt dışından LİBOR üzerinden kredi ararken hassas olunmasına yönelik bir uyarı gibi geldi.
Kılıçdaroğlu’nun beyan ettiği sorunlar demokrasi, ekonomi, eğitim, dış politika, kutuplaşma olmasına rağmen, delege PM’ye en yüksek oyla ekonomi kökenlileri seçerek önceliğinin ekonomi olduğuna işaret etmiş oldular.
Ekonomide, ihracat odaklı ve katma değeri yüksek üretime öncelik veren bir planlama ve teşvik politikasını yaşama geçirmek üzere yeni bir “Stratejik Planlama Teşkilatı”nın kurulacağı beyan edildi. Oysa bu görev mevcut kurumlardan birine verilebilirdi.
Yasa tekliflerinin TBMM komisyonlarında görüşülürken, uzmanların, ilgili meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin görüşlerinin alınacağı beyanı ise, aslında bir iktidar partisinin değil, TBMM’nin yetki alanına giren bir taahhüt. İktidara talip bir parti olarak, daha TBMM’ye sunulmadan bütün ilgili ve uzmanların görüşü alınarak yasa tekliflerinin hazırlanacağını vaat etmeliydi bence. Yasa teklifleri TBMM’ye hazır gelmeli, orada sadece “rötuşlar” yapılmalı. Hızlı yasamanın şartı budur.
GÜÇLENDİRİLMİŞ DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEM’İN İZLERİ
Kılıçdaroğlu’nun önerilerinden ilki “Güçlendirilmiş Demokratik Parlamenter Sistem”e geçilmesi. Bununla neler amaçladığını dört esasla açıklıyor.
Ancak Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in izleri konuşmasının başka yerlerinde buluyoruz; Sayıştay’ın “gerçek işlevi”ne kavuşturulması, “Ulusal Vergi Konseyi” ve TBMM’de başkanı muhalefet partisinden olacak “Kesin Hesap Komisyonu” kurulması Meclis’i güçlendirici vaatler.
SÜRESİZ NAFAKAYA VE VUK 359’A ÇÖZÜM
Süresiz nafaka sorununu bilmeyen yok. Benim daha önceki yazılarımdaki önerilerim arasında yer alan ve süresiz nafaka mağdurları tarafından da desteklenen, boşanmayla yoksulluğa düşen kadına sosyal devletin sahip çıkması, kadını boşandığı eşinden alacağı nafakaya muhtaç etmemesi önerim, kurulması beyan edilen “Aile Destekleri Sigortası” kapsamında gerçekleştirilebilir.
Eğer bu sigorta sadece süren evliliklerin oluşturduğu aileleri kapsayacak, boşanmış aileleri, bilhassa boşanmayla yoksulluğa düşüp nafakaya muhtaç yaşayan aileleri hariç tutacaksa, “topal” bir çözüm olacaktır. Sadece evli olanlara değil, boşanmayla yoksulluğa düşen herkese asgari bir gelir düzeyi sağlama vaadinde bulunulmalı bence.
Sadece adaletli bir vergi politikası değil, vergi kanunlarının öngördüğü cezalarda da denge ve adalet sağlanmalı. VUK, madde 359 uygulamasıyla tek bir eyleme üç kere hapis cezası verilmesi, yıllara yayılan eylemlerin temadisinin yıl sonuyla yeniden başlatılması sonucu verilen onlarca yıl hapis cezasının suçu önleyici etkisinden ziyade, faili mahvedici etkisi olduğu da görülmeli ve çözüm vaat edilmeliydi.