Türkiye’nin başlattığı Barış Pınarı Harekatı başarıya ulaşacak. Bazı ülkelerin itirazları ise hukukta ‘çelişkili davranma’ yasağına giriyor...
Ordumuz Suriye’de Barış Pınarı Harekâtı’na başladı. En kısa sürede başarıya ulaşacağından ve başta Suriyeli mülteciler olmak üzere, yerinden yurdundan olmuş milyonlarca kişiye umut olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Coğrafi hedef belli. Suriye sınırımıza paralel, 30-32 kilometre derinliğinde bir güvenlik koridoru.
Ekonomik ve sosyolojik hedefler de belli. Suriye’deki iç savaş nedeniyle doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalan Suriyelilere, tekrar ülkelerinde güven içinde yaşayacakları bir alan yaratmak. Peki, Barış Pınarı Harekâtı olmasaydı bu mümkün olacak mıydı?
İyi niyetli değiller
Maalesef olmayacaktı. Oluşturulmak istenen güvenlik koridorundan daha geniş bir alanı, belli ülkelerden aldıkları ağır silahlarla kontrol eden PKK bağlantılı gruplar, şimdiye kadar hangi Suriyeli mültecinin terk ettiği topraklarına geri dönmesine izin vermiş? Hiç birisinin! Bu yetmiyormuş gibi, Kuzey Irak’tan gelen teröristler, Suriye topraklarına yerleşerek, hiçbir zaman yaşamadıkları Suriye topraklarını işgal etmişler.
Türkiye’yi işgalcilikle suçlayanların öncelikle PYD-YPG terör örgütünün Kuzey Iraklı militanlarının hiçbir bağlarının olmadığı Suriye topraklarını silah zoruyla kontrol etmelerinin işgal olduğunu itiraf etmeleri daha objektif olur.
Türkiye’nin yıllardır barındırdığı, içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya rağmen 40 milyar dolar parayı bütçesinden ayırarak beslediği, eğitim sistemi içindeki okullarda yer verdiği Suriyeli mültecilere, kendi ülkelerinde güven içinde yaşayacakları ve kendi hayatlarını kuracakları bir bölge oluşturmasını “işgal” olarak nitelemek, iyi niyetli bir yaklaşım değildir.
Suriye’de askeri operasyon yapan ülkelerin tamamı mülteci sorununun bir parçası ve sebeplerinden birisidir. Avustralya’nın, Kanada’nın başka kıtalarda olması ya da Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın, İtalya ve Belçika’nın kilometrelerce uzakta olması, onların yaptığı askeri operasyonların bir sonucu olan mülteci akınının sonuçlarından kaçmaları ve Barış Pınarı Harekâtı’nın “işgal” olarak nitelemelerini “çelişme yasağı” kapsamından ele almak gerekmez mi?
Türkiye’yi kınamaya yeltenen ülkeler, Türkiye’nin kucak açtığı mültecilerin yarısını paylaşsalardı, güvenlik koridoruna gerek kalmazdı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Batı ülkelerine gitmek isteyen mültecilere bunu fazla yasaklayamayız” anlamındaki sözlerini tehdit gibi algılayanlar, Suriyeli mülteci sorununun ne tek başına müsebbibi ne de bu sorunu tek başına katlanmak zorunda olmadığımızı bilmelerine rağmen, Türkiye’yi 3.6 milyon Suriyeli ile sonsuza kadar yaşamaya mahkûm olmasını isteme hakları yoktur.
Saldırganlaştılar...
Barış Pınarı Harekâtı’na karşı çıkan her ülkenin, mülteci sorununa bir çözüm getirmesi gerekir. Suriyeli mülteci sorununun çözümüne hiçbir katkıda bulunmak istemeyen bir ülkenin, oturduğu yerden Türkiye’yi kınaması ciddiye alınacak, saygı duyulacak bir davranış olmayıp, itibar kaybına neden olur.
Bu anlamda Fransa’nın nezdimizde bir itibarı olmadığı da ortadadır. Fransa öncelikle, Doğu Akdeniz’deki doğal kaynakları sömüremeyeceği, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarının haklarını savunmasını kendisine yediremediği, kısaca emperyalist ve sömürgeci doğal gaz arama faaliyetlerine tek başına devam edemediği için saldırganlaştığı bir gerçek.
IŞİD kalıntısı yapı güvenlik koridorunun altına hapsedilecek
Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyinde oluşturacağı güvenlik koridoru, hiç şüphesiz ki öncelikle IŞİD’in hedefi olan dünya barışı lehine. Oluşturulacak bu güvenlik koridoruyla, IŞİD kalıntısı yapı, Suriye’nin iç bölgesine ve doğusuna hapsedilecek ve güvelik koridoru üzerinden geçişi engellenecektir.
Bu durum, başta IŞİD mezaliminden kaçan Suriyeli mülteciler olmak üzere, tüm medeni ülkeler lehinedir. Bırakınız IŞİD en azından coğrafi tehdit olmaktan çıksın.
Avrupa Birliği önce kendine bakmalı...
Fransa, Türkiye’ye yaptırım uygulanması için Avrupa Birliği’ni kullanmak ve aracı kılmak istiyor. Fransa’nın Avrupa Devlet Sekreteri Amélie de Montehalin, gelecek haftaki devlet başkanları zirvesinde bu konu tartışılacakmış?
Peki, bu Fransa, kaç tane Suriyeli mülteci almış? 2018 yılında sadece 926. Üstelik Fransa birçok mülteci için transit ülke olarak kullanılıyor, işsizliğin daha düşük olduğu İngiltere, Almanya, İsviçre gibi ülkelere geçmeyi tercih ediyorlar. Türkiye’de ise 3 milyon 671 bin 553 kişi. Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan üslubu ile seslenmek gerekmez mi: “Ey Fransa, 28 sene mandan altında sömürdüğün Suriye’den mülteci almayı reddederken, 3.6 milyon Suriyeli mültecinin evlerine dönmesi için yapılan bir harekâtı, Avrupa Birliği içindeki pozisyonunu kötüye kullanarak, yargılamak sana itibar kazandırmaz!”
Avrupa Birliği bir karar almadan önce kendisine sormalı, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin yarısını kabul etmek istediler de, Türkiye, “Hayır, biz onları Suriye’de güvenli bölge oluşturacağız ve isteyenleri oraya göndereceğiz” mi dedi?
Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye’yi kınama, yaptırım uygulama yerine, daha çok Suriyeli mültecileri kabul etmeliler. İnsani olan, insan onuruna daha çok yakışan budur.
Çelişkili davranma yasağı nedir?
Çelişkili davranma yasağı Roma Hukuku’ndan beri geçerlidir. Latincesi, “venire contra factum proprium”dur. Türk Medeni Kanunu’ndaki dürüstlük kuralında vücut bulmuştur.
Kişinin önceki davranışlarıyla çelişkili şekilde davranmasının yasak olduğunu anlamına gelir. Mesela bir işverenin işçi fazlası olduğu gerekçesi ile bir işçiyi çıkardığı gün başka bir işçiyi işe almasında çelişkili davranma söz konusudur. Çelişkili davranma, ya da kişinin kendi kendisi ile çelişmesi yasağı, uluslararası hukukta da geçerli olması gereken bir kuraldır.
Örneğin, bir devletin teröre karşı olduğunu beyan etmesine, terörle mücadele etmesine karşın, terörle mücadelede başka bir terör örgütünü kullanması, çelişkili bir davranıştır. Ancak uluslararası hukukta “çelişkili davranma yasağı” kuralına zorla uyulmasını sağlayacak bir otorite ve yaptırım olmadığından, özel hukuktaki gibi genel kabul gören bir hukuk kuralı haline gelmemiştir. Oysa ilk planda, bireylerden daha önce devletlerin çelişme yasağına tabi olmaları gerekir. Çünkü, dürüstlük kuralı kişiler için ne kadar geçerli ise, onu kanun kuralı olarak koyan devletler için evleviyetle geçerlidir.
Tarihimize baksınlar
Türkiye ve Türklerin tarihini bilmeyenler, mesele vatanımızı ve devletimizi savunma olduğunda, ekonomik mahvetme veya Fransa’nın Avrupa Birliği üzerinden yaptırım tehditlerinin hiçbir etkisinin olmayacağını da bilmezler.
Bizler, “yokluk” içinde Kurtuluş Savaşı’nı vermiş bir milletin evlatlarıyız. Birinci Dünya savaşından çıkmış, ekonomik olarak mahvolmayı bırakın, “yok” olmuş bir ülke olarak, şimdi hepsi Avrupa Birliği ülkesi olan Fransa, İngiltere ve Yunanistan gibi işgalci ülkelere karşı her türlü “yokluk” içinde var olma savaşı vermiş bir milletin evlatlarıyız. Bunu unutanlar en azından kısa geçmiş tarihimize bakıp 15 Temmuz 2016 direnişini analiz etmeliler. Vatan için şehadeti göze alan bir millete, ekonomik ambargo ve yaptırım tehdidi hiç etki eder mi?
Tüm yaptırım tehditlerine rağmen dövize hücum olmadı. Dolar, koşullara göre makul bir yükseliş gösterdi. Bu milletin hiçbir ferdi, özellikle geçen sene Dolar kuru 6.87 TL düzeyindeyken satın alanlar bile maddi kayıplarını düşünmüyor, TL’nin değer kaybı olmamasını diliyorlar. Çünkü TL’nin değer kaybı, Barış Pınarı Harekâtı’nın maliyetini yükseltecektir.
İşin ilginci, ABD Başkanı Trump, geçen sene Ağustos ayında da bu ay da aynı içerikte tweet attı; Türkiye’yi ekonomik olarak mahvetme tehdidi! Ancak dolar geçen seneki gibi % 22 civarında değer kazanmadı, TL değer kaybetmedi. Sebebini ancak Türk milletinin vatan ve devlet sevgilerini anlayanlar bilebilir ve analiz edebilir: Bu sefer varlığımız, “beka”mız söz konusu. Şimdi mesele, bekamız. Ekonomik mahvolma veya yaptırımlar sadece teferruat.
Yer yarılsa gök delinse de fark etmez, hep var olduk, hep var olacağız...