Dünkü yazımı, seçim sürecinde yeni anayasa konusunu ‘ziyan’ etmeyelim diye bitirdim. Bu konuda en kötüsü, Türkiye’nin bu en önemli konusunun seçim döneminde gündeme gelmemesi. İktidar ve ana muhalefet partileri bu konuda görüş bildirme ve tartışma başlatmaktan bucak bucak kaçıyor. Medya da, bu kaçış siyasetine ayak uydurmuş vaziyette. Hangi partiden kimin aday olacağına daha fazla kafa yoruluyor. Bu sıradan bir ihmal veya kayıtsızlık olarak görülecek şey değil, Türkiye’de demokratik siyasetin sefaletinin göstergelerinden biri.
Bu nasıl demokratik siyasettir ki, ülkenin gelecek ufkunu yansıtacak olan ‘yeni anayasa’, genel seçimin tartışma konularından biri değil. Anayasa konusundaki görüşlerini halktan adeta gizleyen partiler arasında seçim neye göre yapılacak? Adayların kaşına gözüne bakarak mı? ‘Bu kez anayasayı halk yapacak’ iddiası altında anayasa toplantıları düzenleyenler, bu konuyu neden hiç dikkate almazlar? Seçimle belirlenecek Meclis’te yer alacak parti ve milletvekillerinin anayasa konusunda ne düşündüğünün hiç mi önemi yok?
İktidar partisinin ‘demokratik meşruiyet’ten anladığı, çoğunluğun oylarını toplamak, anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaşmak. Bu gerçekleştiğinde, onlara göre, yeni anayasa için gerekli ‘demokratik meşruiyet’ sağlanmış sayılacak. Ana muhalefet partisinin, bu konuda ne düşündüğü toptan belirsiz. CHP’nin bu seçimlerde, laiklik üzerinden siyaset yapmak yerine ‘sosyal adalet’ siyasetini öne çıkarması kuşkusuz olumlu bir adım. Ancak, ‘sosyal adalet’ konusuna fevkalade önem veren biri olmama rağmen, CHP’nin sosyal adalet vurgusu dışında hiçbir meseleye temas etmemekte ısrarlı bir politika izlemesini ‘kaçak güreşmek’ olarak görüyorum. Bu koşullar altında, CHP sosyal adalet siyasetini, çok önemli birçok konuda siyaset üretememenin kalkanı olarak kullanmış oluyor.
Kim ne derse desin, nereye saklanmaya çalışırsa çalışsın, seçim sonrasına ertelenen yeni anayasa tartışmasına, din ve vicdan özgürlüğü ile Kürt meselesi damgasını vuracak. Demokratik siyasetin alanını genişletecek yeni anayasa, başörtüsü yasağı etrafında sembolleşen din ve vicdan özgürlüğü önündeki anti-demokratik kısıtlar meselesini halletmek zorunda. Dolayısı ile, bu konunun muhalefetteki muhatabı CHP, bu soruna ve çözümüne ilişkin görüşlerini seçim sürecinde toplumla paylaşmak durumunda.
Makas açılıyor
Diğer taraftan, Türkiye’de en önemli siyasal sorunların başında gelen Kürt meselesi konusunda, tüm partiler, görüş ve çözüm önerilerini açıkça kamuoyu ile paylaşmak durumunda. Bu konu ‘Kürtler bizim kardeşimiz’ eşiğini çoktan aştı. Tüm Kürtler olmayabilir ama, demokratik siyaset sahnesinde BDP’nin temsil ettiği Kürt siyasi hareketi, ‘demokratik özerklik’ şeklinde ifade ettiği, siyasal tanınma ve statü talep ediyorlar. Halihazırda, bu hareketin toplumsal meşruiyeti ile, mevcut yasal çerçevenin arasında giderek açılan bir makas var. Bir toplumda, herhangi bir konuda meşruiyet ve yasallık arasındaki makas bu denli aşıldığında siyasal ve toplumsal kriz yaşanır ve bu krizi yönetmek demokrasiler için zordur. Bu nedenle, yasallık çerçevesinin demokratik sınırlar içinde yeniden düzenlenmesi gerekir. Yeni anayasanın en önemli konularından biri bu olacak veya olmalı, yoksa ‘kriz’ şu veya bu şekilde devam eder.
Bu krizi aşmak hiçbir iktidar veya genelde siyasal sistem için kolay değil, bunu teslim etmek lazım. Ancak, bu iş zor diye, krizin boyutunu görmezden gelmenin alemi yok. Halihazırda, iktidar ve muhalefetin üzerinde anlaştığı yegâne konu bu ‘görmezden gelme’ siyaseti. ‘Kürtler veya siyasal temsilini mevcut sistem dışında gören Kürtler ne istiyor?’ sorusu derin ve uzun bir siyasal tartışmayı gerektiriyor. Bu gerekliliğin farkına varmak ve konuyu ciddiye almak, ilk adım olarak görülmeli. Halihazırda Türkiye’de siyasal atmosfer bu adımı atmaya direniyor.
Dil yaşatılabilmeli
Bu uzun konuyu burada dallandırıp, budaklandırmak mümkün değil. Ancak ne demek istediğimi daha iyi izah etmek açısından, Kürtlerin ‘dil’ konusundaki taleplerine dair bir örnek vermek istiyorum. Geldiğimiz noktada, Kürtçe konuşmak konusundaki yasaklar büyük ölçüde kalktı. Kuşkusuz bu önemli bir gelişme. Ancak, bunun hemen ardından, ‘artık mesele halloldu, daha fazla ne istiyorsunuz?’ tavrı geldiğinde, sorun bitmiş, hak yerini bulmuş olmuyor, mesele bu kez başka bir noktada rafa kaldırılıyor. Zira, Kürtçeye ilişkin sorun, sadece Kürtçe konuşmanın yasak olmaktan kalkması değil. Kürtlerin dillerini konuşabilmesi için önce dillerini yaşatabilmeleri gerekiyor. Dillerini unutmak durumunda kalanlara dönüp, ‘bakın Kürtçe bile konuşamıyorsunuz, o halde Kürtçe konuşmaktan niye bahsediyorsunuz, demek ki, maraza çıkarmak için bahane arıyorsunuz’ demek kadar mantık dışı bir iddia olamaz. Kürtlerin itirazı tam da bu noktada anlam kazanıyor. ‘Biz artık dilimizi unutmak ve yok olmayla karşı karşıya bırakmak istemiyoruz, yaşatmak, konuşmak istiyoruz’ diyorlar. Bu nedenle Kürtçe eğitim konusu öne çıkıyor. Kürtçe eğitim denince de, ister istemez devasa değişimler gerekiyor. ‘Demokratik özerklik’ taleplerine bu çerçevede bakmakta yarar var.
Ama her şeyden önce, bu meseleyi ve genelde Türkiye’de demokratikleşme meselesini ciddiye almak ve adamakıllı tartışmaya niyet etmek gerekiyor, bence en önemli sorun bu.