Irak işgali sonrası yaşanan trajedi o denli büyük oldu ki, en ateşli ve utanmaz işgal destekçileri bile seslerini kısmak zorunda kaldılar. Nihayet, ‘Arap baharı’ imdatlarına yetişti, ‘müdahalecilik’ kolayca ardına gizlenebilecek bir kalkan oluşturdu. Son olarak, Libya’da yaşananlar ‘bahar’ havasını fazlasıyla bozdu, ama müdahaleyi dolaylı veya dolaysız desteklemenin önü bir kez açılmış oldu. Şimdi, Suriye’de daha karmaşık, daha karanlık gelişmeler yaşanıyor. Suriye üzerinden hizalanmak, hızla Suriye için ölümlerden ölüm beğenmek eşiğine yaklaşıyor. Bu güzel ve yalnız ülke için, başka bir seçenek mutlaka olmalı.
Konuyu ilerletmeden, en baştan bir noktaya açıklık getirelim. Arap dünyasında isyanlara tanık olunan rejimlerin tamamının sert otoriter rejimler olduğu konusunda tartışmaya bile gerek yok. Bu konuyu tartışmaya açanlar, sadece otoriter rejimleri şu veya bu gerekçe ile desteklemekte mahsur görmeyenler olabilir. Bu çizgide hizalananların, ciddi bir karşılığı yok. Diğer taraftan, otoriter rejimleri tartışmanın merkezine çeken başka bir çizgi var. Bu çizgi, sorunu ‘otoriter rejimlerden yana veya karşı olmak’ gibi bir çerçeve içine hapsedip, ‘müdahaleciliği’ ve bölgeye ilişkin ‘karanlık hesapları’ sorun olmaktan çıkarma hevesinde. Ve maalesef bu çizginin ciddi bir karşılığı var.
Her şeyden önce, ‘otoriter Arap rejimleri’ tabiri, Oryantalist bir yaklaşımın ifadesi. Otoriter rejimler, Arap dünyasına mahsus değil. Arap dünyasında karşılaştığımız otoriter rejimlerin kültürel manada birbirine daha benzer özellikleri olabilir ama bunu ‘Arap otoriterliği’ şeklinde tasnif etmek, tam bir çarpıtma. Otoriter Arap rejimlerinin her biri, Soğuk Savaş döneminden bu yana farklı politik ittifaklar içinde yer aldılar. ‘Arap Soğuk Savaşı’ tabiri, bu iç çatışma ve cepheleşmelere işaret eder.
Yani, Arap dünyasında yaşanan otoriter siyaset, Arapların kültüründen veya kara talihinden türemedi. Dünya çapında ve bölgede yaşanan kapışmaların beslediği ve ayakta tuttuğu bir olaydı. Bu noktayı göz önünde bulundurursak, bugün yaşananların, otoriter rejimlerin gölgesinde canından bezmiş toplumların infilak etmesinin doğallığının yanı sıra, hangi kapışmaların uzantısı olduğu daha iyi anlaşılır.
‘İlkesel siyasal tavır’ almak, hiçbir zaman konforlu bir iş değildir. Bu durumda, her şeye rağmen ‘şiddete’, ‘baskı’ya, ‘otorite’ye karşı, ‘mağdur’dan, ‘direniş’ten yana tavır takınmakta tereddüt göstermemek en hakkaniyetli tavırdır. Mevcut koşullarda, Suriye’de mevcut rejime karşı durmak, şiddete son vermesi ve otoriter baskı sisteminde ısrar etmemesi için baskı yapmak, tereddüt edilmemesi gereken bir tavırdır. Ancak, bunu yaparken, fırsatı ganimete döndürenlerin hizasına savrulmamak fazlasıyla önemlidir. Yoksa, Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı duracağım derken, işgali destekleme gafletine düşenlerin durumuna düşmek işten bile değildir. İlkesel tavrımızı saklı tutmak şartıyla, tablonun genelini görmezden gelmek tam bir aymazlık olur.
‘İran merkezli kriz’
Bugün, Suriye’de karşı karşıya gelen, sadece baskıcı rejim ile, bunalmış halk değildir, Suriye’de olanlar bir yanıyla, ‘İran merkezli kriz’in bir açılımıdır. İran, İslam devriminden bu yana, Batı merkezli dünya sistemi açısından çok ciddi bir ‘sorun’ oluşturuyordu. Bu sorun ilkesel olmaktan ziyade, bölgesel güç denklemlerine ilişkin bir sorundu. ‘Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, İran’ın bölgede nüfuzunu artırması sorunu zaten derinleştirmişti. Irak işgali, bu sorunu Gordion’un düğümü gibi çözmek yerine pekiştirdi. O günden bu yana, bölgede olanlar, tam bir örtük kapışma sürecine işaret ediyor. İran, kendi açısından haklı olarak, ‘Arap Baharı’nı kendisine karşı bir gelişme olarak gördü. Özellikle de, Suriye’nin bu türbülansın içine girmesi, en az mevcut rejim kadar, bölgedeki İran merkezli güç dengesini tehdit ediyor. Zira, nasıl Hindistan, İngiltere nüfuz alanının tacındaki en değerli mücevher ise, Suriye de, bölgede İran merkezli, Batı karşıtı cephenin en değerli ‘mücevheri’dir. Suriye’deki iç savaşın bir adım sonrası bölgede ‘iç savaş’tır.
Bu arada, Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşması, ‘otoriter rejimler ile kankalık’ diye izah edilebilecek bir şey değildir. Her şeyden önce, Türkiye ile Suriye yakınlaşması, sadece kendi tercihi değil, ABD ve Batı dünyasının desteklediği bir gelişme idi. 2006 Lübnan-İsrail savaşından sonra, Suriye’ye ilişkin Batı politikası, diyalog ve müzakere eksenine kaydı. Türkiye’nin önü, bu çerçevede açıldı. Mevcut hükümetin bu ekseni fazla benimsemiş olması başka şey, bunu ‘otoriter işbirliği’ diye tanımlamak başka şeydir.
Batı’nın ‘gör’ dediği
Diğer taraftan, mesele reel politik değil, ilkesel tavır ise, bölgede sorulacak çok soru, karşı durulacak çok rejim ve politika var. Suudi Arabistan otoriter rejim değil mi? Arap baharının mimarlarından sayılan El-Cezire’nin ev sahibi, Libya’ya müdahalenin baş destekçileri arasında olan Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri otoriter rejimler değil mi? Batı’nın ve Türkiye’nin onlar ile işbirliği neden mesele yapılmıyor? Bahreyn’de yükselen muhalefet kanlı biçimde bastırılmadı mı? Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri bu rejime destek vermedi mi? Bazıları, neden sadece Batı’nın ‘gör’ dediğini görüyor? Asıl mesele, ‘özgürlük ve demokrasi mücadelesi’ mi, Batı’nın çıkarları etrafında oluşan politik hatta hizalanmak mı?
Bu arada, Suriye’de ‘devrim’i görünce ‘teyemmümü bozulanlar’ Bahreyn’de neden teyemmüm bozma ihtiyacı hissetmedi? Asıl mesele ‘devrim’ mi, dönüp dolaşıp Sünni taassubuna teslim olmak mı? Dahası, Türkiye’nin ‘askeri müdahalesi’nden bahsetmek nasıl bir gaflettir?
Daha söylenecek çok şey var, ama yer kalmadı. Kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bu karışıklıkta, fırsatı ganimet bilip, ‘Doğu Konferansı’ ve Irak işgaline karşı mücadele çabamıza çamur atmaya çalışan zavallılar da hiç merak etmesin cevapsız kalmayacaklar. Ama, bu arada, bölge tarihi ve politik gelişmeleri konusunda biraz malumat edinsinler. Kişilik zaafları kolay kolay değişmez, onu biliyorum ama cehaletin ilacı var, hepsine biraz gazete, kitap falan okumayı tavsiye ederim. Kendilerini daha az rezil etmiş olurlar.