Norveç’te yaşanan feci katliamın kuşkusuz siyasi, toplumsal, psikolojik bir sürü nedeni var; bunlar üzerine yine bir sürü yorum, analiz yapılabilir. Yapalım, ama bunu yaparken, Rakel Dink’in Hrant’ın ardından yaptığı ve hepimizin içine işleyen konuşmasında dediği gibi, ‘bir bebekten bir katil yaratan’ her şeyi sorgulamak üzere yapalım.
Bir genç insanın bir cani olarak portresini, ne sadece kişisel marazi psikolojisi ile, ne de ‘İslamofobi’ gibi toplumsal bir patoloji ile izah etmek mümkün değil. İçinde yaşadığımız dünyayı her şeyi ile sorgulamayı durduk yerde yapmıyoruz, bari böylesi derin sarsılışlar sonucu yapalım.
İslamofobi’nin çok sebebi var
Norveç’te yaşananlar üzerine bir kez daha gündeme gelen ‘İslamofobi’, yani gözü kara İslam düşmanlığının çok ciddi bir sorun olduğunu düşünen, bunu ders konusu yapan biriyim. Ancak, İslamofobi’yi tartışırken, İslamofobi tabiri ardına gizlenerek sorgulama dışı bırakılanlar üzerine de düşünmek gerekiyor. Batı’da, özellikle, 11 Eylül sonrası, yükselen İslamofobi, sadece ‘medeniyetler çatışması’ anlayışı ve yeni muhafazakâr-sağ siyasetlerin bir ürünü değil. Bir yandan, Batı dünyasının ta Soğuk Savaş döneminden bu yana, İslam dünyasına ilişkin yürüttüğü ikiyüzlü siyasetlerin tıkanma noktasında yükselen çatışmacı politikaların bir ürünü. Komünizme karşı dinamik güç olarak desteklenen ve son perdesi ‘Afganistan cihatı’nda sergilenen köktendinci hareketlerin, bir sonraki safhada ‘düşman’ olarak ilan edilmesinin sonucu. Diğer yandan ise, Batı dünyasında, Aydınlanma felsefesinin izinde, şekil değiştirmesine karşın hiç hız kesmeden yoluna devam eden ‘Oryantalist’ yaklaşımın bayağılaşmış bir ürünü.
Batı demokrasilerinin kötü sınavı
Ama o kadar da değil, sorunun bir ucu da, liberal Batı demokrasilerinin, ‘farklılıklarla bir arada yaşamak’ ve ‘özgürlükler’ konusundaki tüm iddialarına karşın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, karşılaştıkları gerçek manada ilk farklılık olan Müslümanlık karşısında fevkalade kötü bir sınav vermiş oldukları gerçeği var. Geçen yıl kaybettiğimiz ünlü düşünür-tarihçi Tony Judt, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın, aslında nasıl homojenleştiğine en iyi işaret edenlerden biriydi (*). Batı demokrasileri, savaş sonrası, ilk kez Müslüman göçmenler dolayısı ile, 11 Eylül’den çok önce, bocalamaya başlamışlardı. Batı’da son zamanlarda daha çok tartışma konusu olan aşırı sağ akımlar doksanlı yıllardan itibaren gündeme gelmeye başlamıştı.
Asıl mesele ‘kapışma’ savaşı
Ama bu kadar da değil. ‘Medeniyetler’ veya başka şeyler üzerine sürekli çatışma halinde olan bir dünyada, asıl çatışmayı yaratanın, dünyayı, dünyanın zenginliklerini ‘kapışma’ savaşı olduğunu hatırlamamızda fayda var. Kapitalist dünya ve insanlık tasavvuru, her düzeyde ve her zaman bir büyük paylaşım ve yıkım savaşını kaçınılmaz kılıyor. Aşırı sağın yükselişini mümkün kılan zeminde, iş, aş, güvenlik gibi nedenlerle kendini Batı Avrupa’da bulan ‘yabancılar’ ile, ülkesini, ülkesinin konforunu bunlar ile paylaşmak istemeyen ‘yerli’ler var. Bunun da ötesinde, dünyanın zenginliklerini talan etme, bu uğurda her şeyi mubah görme, yakıp yıkma var. Böylesi bir insanlık anlayışı ve onun ürünleri var.
Aradaki çizgi sandığımızdan ince
Ve nihayet, işin bir ucunda da, insanlığın -sadece ‘farklılıklar ile birlikte yaşamak’, ‘çok kültürlülük’ gibi söylemler ile karşılayamadığı- insanlığa dair değerler arayışı var. Modern dünyanın değerler dünyasının sonu geldi, ‘büyük anlatılar’, ideolojiler, insanlığı felakete sürüklediği için gözden düştü ama insanlığın ‘değer’ arayışı bitmedi. Bu yüzyılda karşımıza çıkan en büyük sorunlardan biri bu. Tüm bunları görmezden gelirsek, daha çok bebek, cani, katil veya ‘sıradan zalimler’e dönüşmeye devam edecek.
Unutmayalım, katiller ile ‘sıradan zalimler’ arasındaki çizgi sandığımızdan daha ince. Ve unutmayalım, sıradan zalimlik, insanlığın yaşadığı bunca haksızlık, adaletsizlik karşısında sessiz kalmak, bir köstebek körlüğü ve hissizliği ile yaşamaya devam etmekle başlıyor. Ne yazık ki, orada bitmiyor.
Not: Hilal Kaplan, bir önceki yazıma cevaben halis niyet bildirmiş, o nedenle sormaya devam ettiği sorulara, izniyle, o gündemi takip etmeye devam ederken cevap vermeye çalışayım. Bu arada, söylediklerim ‘benim kalbim temiz’den ibaret değildi; ama hayattaki en önem verdiğim şeyin ‘temiz kalplilik’, Allah’tan en büyük dileğimin, temiz kalpliliğin hakkını vermek olduğunu belirteyim. “Diller ise bitecekler, ilim ise iptal olunacaktır.” (I.Korintoslulara, Bab 13)
(*) Judt’un ‘Post-War’ (Savaş Sonrası) başlıklı ünlü kitabı, bildiğim kadarıyla yakında Türkiye’de yayımlandı, ilgilenenlere hararetle tavsiye ederim.