Soğuk savaş döneminin bitişi ile tarihin ve ideolojinin sonu ilan edildi. Tarihin sonu tabii ki gelmemişti ve bu acı gerçek 11 Eylül olayı ile tescillendi. İdeolojiler uğruna insanlık çok çile çekmişti, o nedenle ideolojisiz siyaset fikri fazlasıyla prim yaptı. ‘İdeolojinin gerçekten sonu geldi mi, yerini ne aldı veya alabilir’ sorularının cevabı belirsiz kaldı. ‘İdeolojisizlik’ iddiasının kendisinin ne ölçüde ideolojik olduğu meselesi gölgede kaldı.
Son olarak, ‘Arap baharı’, ideolojisiz devrim ve siyasetin örnekleri olarak değerlendirildi. İdeolojisiz, daha doğrusu siyasal perspektif ve örgütlenme olmaksızın ‘devrim’ olmayacağı gerçeğinin ortaya çıkması çok zaman almadı.
Mısır devrimi, eski rejimin kurumları ile Müslüman Kardeşler’in geçiş süreci konusunda anlaşması ile sonuçlandı.
Ortada devrim yok!
Ne diyeceğini bilemeyenler ‘Müslüman Kardeşler devrimi çaldı’ gibi gerekçelerle konuyu geçiştirmenin yolunu buldular veya bulmaya çalışıyorlar.
Oysa ortada çalınacak devrim yok, olsa olsa geniş halk hareketleri vardı. Bunun sonucunda, mesela Mısır’da en güçlü toplumsal taban ve ideolojik çerçeveye sahip Müslüman Kardeşler’in sürece damgasını vurmasından daha doğal ne olabilirdi? Mısır’da Sedat döneminden itibaren iktidarın bu hareketi bir ölçüde yedeklediği doğru, ancak Müslüman Kardeşler’in gücünün yegâne kaynağı bu değil! Güçlerini, toplumsal örgütlenmelerinden ve doğrusu ideolojik dayanaklarından alıyorlar. Hal böyle iken, neden devrimin veya isyanın açtığı alanda bu gücü paylaşsınlar?
İdeolojilerin geri çekilmesi sonucu, onun yerini güçlü bir siyasal perspektif ile doldurmaktan aciz olanlar, neye dayanarak siyasal alanda pay isteyebilirler? ‘Politik toplum’un yerini ‘çokluk’ gibi kavramlarla doldurmaya çalışanlar, ideoloji ve siyasal perspektiften boşalan yeri hakkıyla doldurmaktan aciz kaldılar. Şimdi bu alanın, beğenmedikleri ideolojiler ve en kötüsü reel politik ile doldurulması karşısında susmaktan başka çareleri yok.
Libya’da olanlar, ‘Arap baharı’ balonunun sönmesine tuz biber ekti. Siyasal eylem, politik toplum, ‘ideoloji’ konusunda ipe un serenlerin, ‘Libya farklı’ demek dışında sözü kalmadı. Bu durumda tek sığınağın, ‘liberal müdahaleciliğin sınırları’nı tartışmak olması kaçınılmazdı. Libya’da olanlar bu, çok acıklı siyasal tavrı bile açığa çıkarıyor. İş geldi, iç savaşın bir tarafını silahlandırma ve finanse etmeye dayandı. Açıktan açığa işgalden kaçınılarak desteklenmeye çalışılan Libya’da ‘demokrasi yanlısı’ isyancıların kimliği özellikle dikkate değer.
Karanlık isimlerden biri
İsyancıların başındakilerden Khalifa Haftar 1988’de CIA desteği ile kurulan Libya Ulusal Ordusu’nun kurucusu. Bir diğeri, General Abdel-Fattah Younes, yakın zamana kadar Kaddafi’nin İçişleri Bakanı. İngiltere’ye sığınan Libya müdahalesi sürecinde öne çıkıp, son Doha zirvesine katılan Moussa Koussa, Kaddafi’nin en yakın adamlarından, rejimin en karanlık isimlerinden biri. Şimdilerde pek bahsi geçmeyen Lockerbie mahkûmu Megrahi’nin İngiltere tarafından serbest bırakılma pazarlığının baş aktörlerindendi. O nedenle, Lockerbie’de ölenlerin ailelerinin başını çektiği kamuoyunun yargılanmasını talep ettiği için, mümkün mertebe kapalı kapılar ardında duruyor.
Yanlış anlamayın, ‘devrim falan boş laf, her şeyi belirleyen reel politik’ demiyorum. Çok yaygın olan, bu türden yaklaşımlar çerçevesinde tarihsel-toplumsal-siyasal gerçekleri tam olarak anlamamız mümkün olmaz. Daha kötüsü, ‘insanlık adına daha iyi bir gelecek’ perspektifimizi zedeler, umudumuzu kırar, gerçek denilen hegemonyaya teslimiyetin yolunu açar.
Benim yapmaya çalıştığım, ‘Arap baharı veya Arap devrimleri’ söyleminin, aslında nasıl bir ‘depolitizasyon’ ürünü ve/veya aracı olduğu gerçeğine dikkat çekmek. Kısacası, genel olarak, insanlığa dair özlemleriniz, kaygılarınız varsa siyasal bir perspektif olmaksızın, twitter ile üç gün gösteri yaparak, ne dünyayı ne toplumunuzu değiştiremezsiniz. Bakın, ‘Arap gençliğinin gücü’ laflarının ardına mevzilenenler, meydanlar boşaldığı anda, meydana çıkıyor...