Dün, Usame Bin Ladin’in öldürüldüğü haberi ile uyandık. Haberin ardından, ‘terör analizleri’ ortalığı sardı. Bunların bir adım ötesinde ABD iç politikası değerlendirmeleri geldi. Ne yazık ki dünyada olan biten konusunda bütüncül değerlendirmelerin geri çekildiği bir çağda yaşıyoruz. Tam da bu nedenle, bütüncül bakış ve analizlerin boşalttığı yeri ‘komplo teorileri’ alıyor. Böyle bir ortamda, dünyada olan biteni geniş çerçevede anlama çabaları, ya komplo teorilerinin sığ sularına savruluyor ya da göz bağlamacılar tarafından ‘komplo teorisi’ diye yaftalanıp, karalanıyor.
Bin Ladin’in öldürülmesi hikâyesi, başta cesedinin denize atılması olmak üzere, son derece tuhaf detaylar içeriyor. ‘Bin Ladin zaten yaşıyor muydu’ veya ‘halen yaşıyor olabilir mi?’ sorularına cevap verecek durumda değiliz. Ancak artık ölmesi gerektiğini biliyoruz.
11 Eylül olayları sonrasında, ABD merkezli Batı dış politikası, Bin Ladin önderliğinde ve El-Kaide örgütlenmesi çerçevesinde, ‘İslami radikalizm ve terör’ ekseninde belirlenmişti. Afganistan müdahalesi, Irak işgali bu çerçevede hayata geçirildi. Ama sadece bunlar değil, dünya çapında bir operasyonlar dizisi bu çerçevede yürüdü. Pakistan’dan, Cezayir’e birçok ülke ve rejimle bu çerçevede birçok pazarlık yapıldı. Dünyanın birçok yerinde ve bu arada Afrika’da (AFRICOM), ABD askeri varlığı bu çerçevede tahkim edildi. Bu arada, Libya, AFRICOM’a destek vermeyen az sayıdaki Afrika ülkesinden biriydi.
Başarısız müdahale
Afganistan’daki müdahale, bu zaman zarfında, büyük ölçüde başarısız oldu. Taliban, AFPAK ekseninde baş edilmez bir istikrarsızlık unsuru olmaya devam etti. Uzunca zamandır, Taliban ile görüşüldüğünü biliyoruz, artık bu görüşmeler bir ölçüde resmiyet kazanma noktasına geldi. O kadar ki, Taliban’ın Ankara’da ofis açması gündemde. Bu aşamada, Bin Ladin ve El-Kaide odaklı, ‘11 Eylül paradigmasının sonu’ geldiğinde, Bin Ladin’in sahneden çekilmesi gerekti.
Bu arada, Afganistan’da, ABD ve Batı dünyasının çıkarları İran ile uyuşuyordu. Dolayısıyla, İran, Taliban’a karşı eksende önemli bir unsur olmaya devam ediyordu. Diğer taraftan, Ortadoğu’da İran merkezli kriz giderek büyüdü. Geldiğimiz noktada, İran’ın nüfuz ve harekât alanına karşı tam bir taarruz hareketi başlamış durumda. Arap baharı, bölgede İran nüfuzunun bir adım daha ileri gitmesi olarak değerlendirilebilecek, Lübnan hükümet krizinin hemen ertesinde yaşandı. Lübnan’da halen yeni hükümet kurulabilmiş değil. Suriye’de başlayan isyan hareketi, İran’ın can damarlarını tehdit ediyor. Bu noktada en önemli son gelişme HAMAS’ın Şam’dan Katar’a taşınmasıdır. Bu olay, Ortadoğu’da olanları anlamak açısından kilit niteliğinde bir gelişmedir. Diğer taraftan, Batı’nın Taliban ile görüşmelerinin ilerlemesi, İran’ı tam anlamı ile çevreleyip, kıstıracak bir olaydır.
Paradigmanın sonu
Kesin olan bir şey varsa, o da Bin Ladin’in öldürülme haberinin bir ‘sürek avı’nın sonucu olarak görülemeyeceğidir. Afganistan’dan Afrika’ya kadar uzanan hatta olan bitenleri bütüncül bir açıdan değerlendirme çabası göstermeden, bu olayı yorumlamak boş laf etmekten başka bir şey olmaz. Bin Ladin’in öldürülmesi haberi, her şeyden önce 11 Eylül paradigmasının bittiğinin açıkça ilanıdır. Bir anlamda, ‘yorgan gitmiş kavga bitmiş’ olacaktır, zira İslami radikalizm ve terör ile mücadelenin merkezine Bin Ladin ve El-Kaide yerleştirilmişti. Yeni kavganın, başka bir eksende kurulduğu belli oluyor.
Bu yeni kavga eksenini tartışmaya açmadan bir konuyu daha hatırlamakta fayda var. Geçtiğimiz günlerde, Guantamo mahkûmları ile ilgili belgeler ‘sızdı’. Bu belgelerin, birçok ‘efsane’yi yıktığını düşünen çok. Bu ‘efsaneler’den biri, ‘El Kaide’nin ABD’nin Afganistan’da Sovyetler’e karşı desteklediği bir hareketin devamı olması’ imiş (Jason Burke, ‘The Guantanamo files undo the al-Qaida myth machine’, The Guardian, 28 Nisan 2011).
Gördüğünüz gibi, ABD’nin El-Kaide ile zaten ciddiye alınacak bir bağlantısı yokmuş, zaten ‘büyük şeytan’ Bin Ladin de öldü. O halde, ‘Eski düşman öldü, yaşasın yeni düşman(lar)’!