Şimdiye kadar üzerine konuştuğum hiçbir konuya uzaktan bakmakla yetinmedim. Öylesi, benim harcım değil. ‘Orda bir köy var uzakta’ der gibi, ‘orda bir sorun var uzakta’ demenin anlamı yok.
‘Tuzu kuru olanlar’ın dünyasına doğdum, ama o dünya hiçbir zaman benim dünyam olmadı. Çok ‘yüce gönüllü’ olduğumdan değil, yücelik Allah’a mahsus. Benimki, sizin anlayacağınız dille, ‘meşrep’, benim için varlığına hep şükrettiğim nasip, kısmet meselesi.
Tuzu kuruların dünyası, bana göre, akla da vicdana da kör bir dünya. Öyle olduğu için insanın hem aklını, hem kalbini körelten bir dünya. Bana garip gelen, o dünyayı reddetmek değil, o dünyaya mahkûm olmak. Bugüne kadar yapıp ettiklerimin, yazıp söylediklerimin açıklaması kısaca bu. Ne fazla, ne eksik.
Bugünlerde, Başbakan’ın bana yönelik ifadeleri karşısında tepki verenlerden bazıları, geçmişte, muhafazakâr çevreye verdiğim desteği hatırlatıyorlar. Bu konuyu, ‘ilkelilik’ hususunun altını çizmek için, iyi niyetle gündeme getirdiklerinden kuşkum yok. Ancak, bu noktada izah etmem gereken bir husus var. Ben, o zaman, o çevreye yapılan haksızlıklara isyan ettiğim için, öfkelerini derinden hissettiğim için destek verdim, bugün olsa aynısını yapardım ama, sürekli hatırlatılmasının, bir ‘diyet’ gibi algılanmasından rahatsızlık duyarım. Öylesi doğru olmaz.
Ben İslami kesim hakkında konuşurken de, uzaktan konuşmuyordum. Hiçbir sıkıntı, uzakta durarak anlaşılmıyor, dolayısı ile sahici bir dille anlatılamıyor. Dilimiz sahici değilse de, ne kadar kocaman laflar sarf edersek edelim, ne kadar çok kavram kullanırsak kullanalım, hiçbir şeyi doğru dürüst anlatmaya yetmiyor. Öylesi benim işim değil.
Kürt meselesine, bu anlamda, uzun süre uzaktan baktım. Öyle olduğu için çok az şey yazdım. Geçmişte yazdıklarıma bugün baktığımda gördüğüm şu; masa başında hepsi doğru, medeni ve demokrat birinin söyleyeceği şeyler. Ama ‘ruhsuz’, ‘duygusuz’. O nedenle, fazla bir şey söylemiyor. İnsanların sıkıntıları, dertleri, çektikleri kavramlara sığmıyor, kitaba uymuyor.
Son beş altı yıldır, Kürt meselesini daha yakından izlemeye çalıştım, dahası bu süre zarfında Türkiye’de yaşananlar, ‘barış’ adına umut vaat eden bir mecraya girmek yerine, adım adım o mecradan uzaklaştı. Umut uzaklaştıkça, ben sıkıntıya daha da yaklaşma ihtiyacı duydum. Geldiğim noktanın izahı budur. Ne eksik, ne fazla.
Geldiğim noktada, Türkiye’de yaşayan akıl ve vicdan sahibi herkese, umut daha da fazla uzaklaşmasın diye, Kürtlerin sıkıntılarına daha fazla yaklaşmalarını tavsiye ediyorum. Ama sahiden yakınlaşmalarını, bir halkı, onun sıkıntılarını, çektiklerini, ödediği bedelleri sahiden anlamaya çalışmalarını salık veriyorum. Ama sakın çekilenleri, sıkıntıları kalkan yapıp, Kürtleri elma şekeri ile avutmaya kalkmayın. Bunca bedel ödemiş bir halkı bu şekilde ‘incitmeye’ tevessül etmeyin. İnsan şerefli bir mahluk, Kürtlere vaat ettikleriniz arasında ‘onur’ ve saygı olmalı. Yoksa, bir halkı ve bunca yaşananı anlamamış olursunuz, buradan ‘barış’ çıkmaz.
Hayatın merkezine, milyon dolarlar ve duble yolları koymayı reddeden herkes, bir halkın özgürlük mücadelesini anlama yolunda bir adım atabilir. Türkler ile Kürtlerin didişmesinin önünde kalkan gibi durabilir. Tüm iktidarların ve bu arada entelektüellerin iktidarının, ‘görme!’ dediğini görmeye çalışın. Bin bir ağızdan ileri sürülen bahanelerin ne kadar anlamsız olduğunu göreceksiniz. Ünlü İngiliz romancı Julian Barnes’ın Irak savaşı için ileri sürülen gerekçeler üzerine dediği gibi, inanın ‘hiçbir gerekçe bir çocuğun parmağının kanamasına değmez!’.