Şimdilerde pek kullanılmayan bir deyim vardır; ‘sevilirken sevilin, sayılırken sayılın!’ Saygıyı veri kabul edip kör bir otoriteye yönelenler ve sevgiyi istismar edenler için kullanılır. Bu deyimi galiba ilk babaannemden duymuştum, aile ilişkileri çerçevesinde, mesela, anne ve babaya saygıyı veri olarak kabul edip, işi kör ve katlanılmaz bir baskıya dönüştürmeye yeltenenler için kullanırdı. Bu deyim genelde, saygı ve sevginin aslında karşılıklılık esasına dayalı olduğu gerçeğini göz ardı etmenin sonu, tükenmeye mahkûm olmasına işaret eder.
Aslında toplumsal siyasal ilişkiler ‘saygı ve sevgi’ zemininde cereyan etmez. Bu çerçevede, kullandığımız dil, benzer bir karşılılığa işaret eden, ‘otorite-meşruiyet’ ilişkisidir. Meşruiyet, siyasal otoritenin en asgari düzeyde de olsa toplumsal ‘rıza’ya dayalı kabulü demektir. Bir siyasal sistem ve onun vazettiği hukuk sistemi, ancak meşruiyetini koruduğu sürece otoritesini sürdürebilir.
Meşruiyet krizi
Türkiye’de siyasal sistem, uzunca süredir ciddi bir meşruiyet krizi içinde. Din ve vicdan özgürlüğü açısından ‘katı laiklik’ anlayışında ısrar, toplumun muhafazakâr kesimi nezdinde meşruiyetini kaybetti. Geniş bir toplumsal desteğe dayalı AKP iktidarı, laik kesimden bazılarının sandığı gibi birtakım komploların, ‘cemaat’ gibi gizil güçlerin değil, öncelikle, bu sürecin sonucudur. Yasal çerçeve de, katı laiklik çerçevesine sıkıştırıldıkça saygınlığını yitirdi. Mesela, ‘kamu alanında türban yasağı’ şeklinde ifade bulan ucube anlayış büyük ölçüde hükmünü yitirdi.
Aynı gerçek, Kürt meselesi için de geçerli. Kürt meselesinin ifadesi, mevcut sistem ve hukuk çerçevesi dışına itildiği süreçte, yasadışı mücadele zemini güçlendi. Diğer taraftan, Türk-Kürt kardeşliği ve tarihsel- toplumsal ‘derin bağlar’ söylemi, giderek daha fazla istismar aracı haline geldi. Kürtlerin sisteme itimadı giderek zayıfladı, ‘kardeşlik’ söylemi, tıpkı sevginin istismarı gibi, istismar aracı olmaya devam ettiği sürece, büyük ölçüde anlamını yitirdi. Ancak, Türkler adına konuşanlar, kendi üzerlerine düşeni yapmaktan imtina ettikçe, meşruiyetlerini, bunun zeminini oluşturan karşılıklı rıza, güven ve hatta sevgi zeminini aşındırdıklarını görmezden gelmeye devam ettiler, hâlâ da ediyorlar.
Gelinen noktada, yanlıştan dönmek yerine, hâlâ yanlışta ısrar siyasetleri ve söylemlerinden medet umulmaya devam ediliyor. Kürt siyasal hareketinin siyasal partisi olan BDP, ısrarcı bir ‘dışlamaya’ maruz bırakılıyor. En kötüsü, bu temsilin ‘tanınması’, ‘toplumsal zemin’den kopma şartına bağlanmaya çalışılıyor. Aslında, meşru siyasal temsilin, yasadışı siyasal mücadele ile bağını koparması talebi, ilk bakışta son derece anlaşılır görünüyor. Ancak, bu arada yasal zeminin imkânları genişletilmek yerine, daraltıldıkça daraltılıyor, seçilmişler KCK davası ile içeri tıkılıyor. Diğer taraftan, bu koşullar altında, silahlı yasadışı mücadele ile mesafenin, aynı zamanda toplumsal zemin ile mesafe olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.
Son olarak, barış sürecini inşa etmek üzere, BDP ve DTK’nın önderlik ettiği ‘sivil itaatsizlik’ süreci, bir imkân olarak ciddiye alınmak yerine, habire çamur atma, ‘kriminalize’ etme hedefi haline geliyor. Oysa, ‘sivil itaatsizlik’, sistem içinde mücadele tercihidir ve bu açıdan önemli bir imkândır. Bu imkânı heder edersek, çatışma kaçınılmaz olacak. Buna karşı, askeri tedbirler ve terörle mücadele mantığı ile orantısız güç kullanımı devreye girdiği ölçüde ise barış umudu kalmayacak.
Lütufla olmadı
Toplumsal-siyasal barış, bir tarafın diğerine kendi tayin ettiği sınırlar içinde hak tanıması, demokrasi lütfetmesi, koşulları ‘dikte etmesi’ ile olmaz. Mevcut gerçekleri dikkate, karşı tarafı ciddiye alması, muhatap olarak kabul etmesi, karşılıklı güven ve rıza ortamına titizlenmesi ile mümkün olur. Halihazırda, siyasal temsilini BDP’de ifade eden Kürtlerden, tek taraflı belirlenen barış koşulları ve bazı hakların ‘lütuf’ olarak verilmesine rıza göstermeleri isteniyor. ‘Eskiden konuşulması mümkün olmayan şeyleri rahatça konuşabiliyorsunuz daha ne istiyorsunuz, neden sabretmiyorsunuz, bekleyin gerisi gelecek’ söyleminin kendisi bu anlayışın en iyi ifadesi.
Kürt meselesinde, eskiden telaffuz edilmesi mümkün olmayan şeyler artık serbestçe konuşulabiliyorsa, bu birilerinin lütfuyla olmadı, büyük ölçüde Kürt siyasal hareketinin kararlı mücadelesi sonucu oldu. Bazı Kürtler artık sabretmek istemedikleri, bu uğurda büyük fedakârlıklara katlanmayı göze aldıkları için oldu. Bu gerçeği görmezden gelmek büyük haksızlık olur.
Gerçeğin üstünü kapama
En tuhafı, kendine sol demokrat diyen bazılarının, Kürtlere sabır ve itaat telkin eden koronun en güçlü sesleri olması. Bir yandan BDP, diğer yandan silahlı mücadeleyi, iktidar partisinin önünü açtığı ‘demokratik’ süreci baltalamakla suçlayanlar, gerçeği çarpıtmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. İktidar partisi ve politikalarını, mevcut demokratik kazanımların mimarı ve yegâne garantisi olarak görüp/göstererek, Kürt meselesinde bazı kazanımlar söz konusu ise, bunun en önemli bileşenlerinin iktidar siyasetleri değil, önce sol siyasetler, sonra Kürt siyasal hareketi olduğu gerçeğinin üstünü kapatma çabası içindeler.
Hafta sonu, ‘Barış Girişimi’ öncülüğünde, ‘Barışı Kurmak’ başlıklı bir konferans yapıldı. Basında, Rakel Dink’in etkileyici konuşması ile gündeme gelen toplantı, ‘barışı kurmak’ adına önemli bir çağrı niteliği taşıyordu. Bu süreçte, bu tür çabaların önemini teslim edip, devamını getirelim, gelin işler iyice çıkmaza girmeden tüm bunları en baştan tekrar bir düşünelim diyorum. Yoksa, durduk yerde barışın gelmesini beklemek beyhude. Bırakın yeni ve sağlam bir barışı kurmayı, bu ülkede yaşayanlar birbirlerine sevgi ve saygı zeminini bile hızla tüketme yolunda.